Bir ayakkabım var. Barefoot. Hollanda’dan aldım. 150 euro. Çok seviyorum.
“Bir şeyi de düşünmeden alacağım, kendime yatırım yapacağım.” dedikten sonra almıştım onu. Yanlış anlaşılmasın, öyle çok zengin biri değilim ama kişisel gelişimim ve kendime olan saygım ayaklarıma gösterdiğim özenle doğru orantılı ilerliyordu o sıralar.
Ayakkabılar pahalıydı ama buna kesinlikle değmişti. Çünkü çok rahatlardı. Giymeye başladığımdan beri ayaklarımın ağrıları geçti üstelik. Bir kışlık bir de yazlık almıştım. Bunlar benim ilk barefoot ayakkabılarımdı.
Bir yılın sonunda yazlık ayakkabımın sol tekinin uç kısmında hafiften bir açılma oldu. Baktım kesinlikle yapıştırılması lazım, bir tatil gününde çarşıya çıkarken onu da yanıma aldım. Dedim gitmişken yaptırayım.
Arabayı park ettiğim yerin ilerisinde bir lostra salonu vardı. Küçük bir dükkan. Tepesinde kayan neon tabelada “Osmanlı Lostra” yazıyor.
Girdim ayakkabıyı gösterdim.
“Abi burası biraz açıldı, yapıştırabilir miyiz?” diye sordum tabanın açılan yerini göstererek.
Şöyle bir baktı. “Tamam, bi saat sonra gel, al.” dedi.
Harika. Hızlı iletişim ve netlik en sevdiğim iki şey. Üstelik verilen süre de son derece makul. Dükkandan çıkarken ayakkabı burnunun yapıştırılma işinin üzerine bir çizik attım iç rahatlığıyla. “Sonunda bu işi hallettim.” diye düşünüp kendimi takdir ettim. Her işi hallediyordum maşallah.
Bir saat sonra dükkana geri geldiğimde “Heh,” dedi adam. “Senin ayakkabı hazır. Al bakalım.”
Elime tutuşturduğu ayakkabıya baktım. Evet, bu benim ayakkabımdı ama benim dükkana bırakırken ayakkabıda olmadığına emin olduğum bazı özelliklere sahipti artık.
“Bu ne?” diye sordum ayakkabının etrafında gördüğüm ve orada olmaması gerektiğine inandığım dikişleri göstererek.
“Yapıştırdım ucunu.” diye cevapladı.
“Peki bunlar nedir?” diye yineledim sorumu. Ayakkabının tabanındaki dikişlerin ne olduğunu öğrenme konusundaki ısrarıma daha fazla karşı koyamadı.
“Tabanının hepsini diktim. Sonradan açılmasın diye.” dedi adam.
Sessizlik oldu. Duyduklarıma inanmak istemiyordum. Çünkü duyduklarım çok saçmaydı. Niye diktin, sana kim dikmeni söyledi, bana sordun mu, benim neden haberim yok? Bunlar hep cevapsız sorulardı.
Ayakkabının tabanını boylu boyunca saran yeni dikişler olması önemli bir meseleydi, evet. Bir diğer mesele de dikişlerin arasından çıkan ve iğrenç görünen siyah ipçiklerdi.
“Nasıl oldu böyle?” diye sordum tekrar. Bu defa ipçikleri gösteriyordum.
“Tabanını diktim. He bi de bu siyah siyah şeyler ayakkabının kendi kumaşı. Tabana iğne girip çıkarken geri çekti kumaşı, öyle didik didik oldu o yüzden buralar. 40 lira versen yeter.”

İkinci sessizlik.
Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ayakkabımı bırakırken ne istediğimi net bir şekilde ifade ettiğime emindim. Burnu açıldı, açılan yer yapıştırılacak. Benim istediğim hizmet bundan ibaretti. Dikmekle ilgili herhangi bir şey ağzımdan çıkmamıştı.
Şu an ise istemediğim halde bana kakalanmakta olan hizmet ayakkabımın içine sıçmıştı ve ayakkabının bok gibi görünmesine sebep olan bu istenmeyen hizmetin istenmediği gerçeğini bir kenara bırakıp hayatıma 40 TL ödeyerek hiçbir şey olmamış gibi devam etmem bekleniyordu.
Verebileceğim tek cevap vardı: “E ben senin ağzına sıçayım abi? Çünkü sen sana ucunu yapıştırman için verdiğim 150 euroluk ayakkabının tabanını dikerek içine 40 liraya sıçmışsın?”
İkinci sessizliği bu cümlemle doldurmak istedim ama işlerini orta yol bulmaya ve kimseyi kırmadan halletmeye çalışan biri olarak bu hisleri ifade edecek daha şiddetsiz ve ağıza sıçmasız bir yol aradım.
“Abicim, anlıyorum iyi niyetle yapmışsın ama bu ayakkabının fiyatı 150 euro. Şimdi istesem alamam. Türkiye’de de yok. Özel bir taban yapısı ve kumaşı var. Ben senden sadece açılan yeri yapıştırmanı istemiştim. Dikmeni istememiştim. Dikmek bu ayakkabının bütün özelliğini bozmuş ve görüntüsü de çok kötü olmuş. Üstelik diğer tekinde bu dikişler yok, ikisi yan yana geldiğinde çok daha kötü görünecek. Tabanına iğne girdiği için belki su da alacak, bilemiyoruz. Yani sen bu ayakkabıya, senden talep etmediğim bir şeyi kafana göre yaparak bana faydadan çok zarar vermiş oldun. Nihayetinde bu ayakkabıdır, senden daha kıymetli değil ama lütfen senden talep edilmeyen şeyler yapma. İyilik yapıcam derken zarar veriyor olabilirsin. Hani artık olan oldu ama başkasının başına gelmesin diye söylüyorum. Ben dikmeni istesem dik derdim, sadece yapıştırmanı istemiştim. Şu an çok üzgünüm. Ben çok alışveriş yapmam. Kırk yılda bir bir şey alırım ve aldığım şeyi de kaliteli alır, yıllarca giyerim. Bu ayakkabı için de planım öyleydi. Bu ayakkabıyı belki 4-5 yıl daha giyecektim. Ama şimdi sen içine sıçtığın için muhtemelen giye….”
Konu yine sıçmaya bağlandı. Aslında iyi gidiyordu ama belli ki bu konuşmayı bir yerlere sıçmadan bitirmek mümkün olmayacaktı.
Ağzımı yormaya değmez diye düşünerek adama 50 TL uzattım. 10 TL para üstünü verirken kendinden son derece emin görünüyordu.
O an elimde sihirli bir değnek olsaydı şüphesiz adamın ağzına sıçmak isterdim.
Eve dönüş yolunda, adama gerekli tepkiyi vermediğim için ayakkabılarının içine sıçılacak başka insanları düşünüp durdum.
Genç bir kızın, tabanı tamir edilsin diye bıraktığı beyaz spor ayakkabısı maviye boyanacaktı belki bir gün ve sorumlusu ben olacaktım. Genç kız ayakkabısını teslim almaya geldiğinde “Böyle kir belli etmez.” diyecekti adam. Kız ise hiçbir şey söyleyemeden adama 50 TL uzatacak, 10 TL para üstünü aldıktan sonra gözleri doldu dolu ayrılacaktı o dükkandan.
Bir başka gün, bir teyze gelecekti dükkana. Diyecekti ki “Ayakkabımı boyar mısınız?” Adam boyayacaktı ama bir de üstüne teyzenin adını yazacaktı. “Hüsniye”. “Böyle kaybolmaz.” diye açıklama yapacaktı teyze almaya geldiğinde de. Teyzeyse öyle şok olacaktı ki “Peki” diyebilecekti yalnızca kafasındaki tüm diyalogları susturarak.
Bu insanların vebalini almaya değer miydi? Uzun uzun dert anlatmasam bile basitçe “Abi ben dikmeni istememiştim ki, bu ayakkabı özel bi ayakkabıydı, dikerek bozmuşsun.” deseydim yalnızca? O zaman ne olurdu? “Sana iyilik yapıyoruz beğenmiyorsun.” cevabını verirdi herhalde.
O zaman da “Senden istenmeyen işi yapma abi.” deseydim, ardından üzgün üzgün dükkandan ayrılsaydım bir şeyler farklı olabilir miydi? Ders alarak bir daha başkasına istenmeyen hizmet vermemeye karar verebilir miydi acaba?
Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Türk esnafının talep edilmemiş iyi niyetli hizmetleri ile kaç müşterinin dünyasını yıktığı bir muamma ama bence bilanço sandığımızdan daha ağır.
Buradan tüm Türk esnafına sesleniyorum: Lütfen içinizdeki “böyle yapsan daha iyi olur” diyen sese kulak vermeyin ve sadece müşterinizin istediğini yapın. Neler yaşadığımızı bilmiyorsunuz…
Bir başka deyişle: Yıldım sizden artık ya her şeyimin içine sıçtınız yeter ulan.

Bir Cevap Yazın