sağlık sistemimiz çok iyi

Eğer Türkiye’de sağlık sisteminin çok iyi işlediğini düşünüyorsanız muhtemelen şu üç profilden birisiniz:

  1. Her işini acilde halleden, poliklinikten randevu almayan,
  2. Henüz yatılı hasta veya hasta refakatçisi olarak hastanelerde bulunmamış ya da sadece küçük ya da orta ölçekteki illerin yeni yapılmış şehir hastanelerinde bulunmuş olan.

Tanıştırayım; dünyamız kendi fanusumuzdan ibaret değil ve özellikle büyük illerde çekilen bazı çileler var.


Eğri oturalım doğru konuşalım; sağlık sistemimiz birçok ülkeden daha iyi çalışıyor. Mesela Suriye, Bangladeş, Venezuela, Fas gibi ülkelerden çok daha iyiyiz.

Yalnız her ne kadar sağlık sistemimiz harika çalışıyor olsa da hala reklam performans olarak baktığınızda alabildiğiniz hizmet kırılımlarının ne kadar kısıtlı olduğunu görebilirsiniz.

Reklam performans ne demek diye soracak olursanız şu demek: Bize anlatılan vs gerçekte olan. Instagram kullananlar bu karşılaştırmaya aşinadır diye tahmin ediyorum.

Bundan birkaç yıl önce mükemmel sağlık sistemimizin çok iyi çalıştığını düşünenlerden biri de bendim. Hatta sağlık sistemimizdeki bu mükemmel işleyişe baktığımda büyük bir gurur duymuşluğum bile var.

Size hemen profilimden bahsedeyim, sebebi anlayacaksınız: Her yıl bir önceki yılın üç katı para ödediğim özel sağlık sigortam var ve tüm işlerimi özel hastanelerde halledebiliyorum. Orta büyüklükte bir şehirde küçük bir ilçede yaşıyorum ve aile hekimimizin beni muayene etmek, sorunlarımla ilgilenmek için yeterince vakti var.

Bundan iki yıl önce bir kalça kırılma vakası nedeniyle bir hafta hastanede refakatçi olarak kalmam gerekti. Eğitim ve araştırma hastanesinde, bir cumartesi gecesi idealist bir doktorun nöbetine denk gelmiş olmak büyük bir şanstı. Bu sayede hasta, olay gerçekleştikten sonra altı saat içinde ameliyata alındı ve bir hafta hastanede kaldık. (Vay canına sağlık sistemimizin mükoluğuna bakar mısınız?)

Herkes hastanede kalmaktan nefret eder. Ben de bayılmadım ama ülkeye dair umutlarımı yeşerttiği için aldığım hizmetten sonuna kadar çok mutlu oldum.

Odamız henüz birkaç yıl önce tamamlanmış yeni şehir hastanesinde iki kişilik bir odadaydı. (İki de refakatçi, etti 4) Devamlı temizlenen, tuvalet kağıdı ve sabunu eksik edilmeyen bir tuvalet, gülümseyen sağlık personelleri ve onlardan daha az gülümsemelerine rağmen hala kibar olan doktorlar ilgilendi bizimle. Hatırlatayım; kendi nüfusuna oranla bir hayli büyük olan yeni yapılmış bir hastaneydi burası.

Profilimi az çok anladığınızı düşünüyorum. Şimdi gelelim fasülyenin faydalarına.

Tüm bu pembe panjurlu deneyimlerin ardından üç yıl boyunca takip edilmesi gereken kalça kırığı iyileşme süreci bana çok şey öğretti.

İyi hastanelerimiz olabilir. Harika bir hastanenin tek başına yeterli olmadığını, koskoca koridorların yanında yer alan küçücük bölmedeki doktor odasının kapısının önünde yığılan yüzlerce insanı bir arada gördüğünüzde anlıyorsunuz.

Bu odalar ortopedi doktorlarının odaları. Dört odanın önündeki küçük camekanlı bekleme alanına toplasanız 10 tane sandalye bile konmamış. Bu doktorlara çoğu koltuk değneği, tekerlekli sandalye ve hatta sedyeyle olmak üzere orası burası kırılmış insanlar geliyor, hatırlatırım. Bu insanların ayakta bekleyebileceği fikri hangi üstün zekalıya aitti merak etmeden duramıyorum doğrusu.

O küçücük cam bölmenin içinde duran masalarda devamlı oturan 4 ya da 5 personel var. Bu personellerin görevi randevu yönetimi, ya da öyle bir şey. Ama çoğunlukla onları insanlara son derece kaba bir tavırla “doşordo bokloyon!” diye bağırırken bulabilirsiniz. “Burada durmanıza gerek yok. Dışarıda ekranlardan takip edebilirsiniz sıranızı.” diye de ekliyorlar. (Bu cümle de bağırarak ve nefret kusarak söyleniyor ama anlaşılsın diye efekt eklemeden düz yazdım.)

Ekrana bakıyorsun, 16 inç bir bilgisayar ekranından hallice. Zaten öyle olmasaydı da ekranları takip edemezdik gerizekalı. Bizim o ekranda bir şey görebilmemiz için doktorun içeriye ekranda yazan sırayla alması gerekir insanları. Alıyor mu? Hayır almıyor, alamıyor. Sen de bunu çok iyi biliyorsun.

O doktor kapısının önünde önce ayda bir, sonra üç ayda bir, ardından 6 ayda bir olmak üzere farklı periyotlarda neredeyse üç yıl boyunca bekledik. İlk zamanlarda her masum hasta gibi biz de ekranı takip ediyorduk. Sonra sürekli doktorun kapısını çalarak içeriye giren insanlar olduğunu gördüğümüzde artık bu umutsuz bekleyişin bizi bir yere götürmeyeceğini anladık.

Herkes sabah 8 ile öğleden sonra 3 arasında belirsiz bir zamanda gerçekleşecek muayenesinin olabildiğince belirli bir zamanda yapılmasını istiyor ve aylar boyunca bunun için harekete geçmesi gerektiğini aksi halde o muayeneyi olamayacağını öğreniyor. Anlatabiliyor muyum embesil kardeşim?

Ayrıca o doktorun sana bakması için röntgen çekilmen lazım. Röntgen çekilebilmek için de o kodumun odasına girmen gerekiyor çünkü üzerine “sağ kalça ön arka” yazıp kaşe vurduktan sonra sana verecekleri postit kağıdına ihtiyacın var. Daha o kağıdı alıp zemin kata gideceksin, sıraya adını yazdıracaksın ve sonu gelmeyen bir röntgen sırası bekleyeceksin. O kağıt olmadan sana röntgen çekmiyorlar. Bu ikisinin birbiriyle koordineli çalışmadığını sen benden daha iyi biliyorsun mal kardeşim. O yüzden “doşorodo tokop odobolorsonoz” diye bol keseden atmadan önce, şu hastalarla bi düzgün iletişim kurmayı, kibar olmayı, derdinizi kimseyi küçümsemeden anlatmayı öğrenin bir zahmet. Sabahtan akşama kadar aynı gerzekçe sorulara maruz kalmak zor, haklısın. Ama biraz kibarlık öğrensen de ölmezsin.

Yine de eğri oturup doğru konuşmaya devam edeceksek, tüm bunlara rağmen sağlık sistemimiz fizik kurallarına alternatif bir gerçeklik yaratması dolayısıyla hala takdiri hak ediyor. Zamanda bir bükülme yaratabilen kaç sağlık sistemi vardır ki bu dünyada? Öyle bir bükülme ki bu, doktorların yarım saatte üç saatlik bir performans gösterebilmesini sağlıyor. Daha ne olsun? Minimum zaman, maksimum performans. Eti de senin kemiği de senin. Yaz nöbeti, ver hastayı, geç. Almanya’ya kaçana kadar yolu var, umutsuzluğa kapılma. Hem o gider, yerine İran’dan daha iyi bir hayat beklentisiyle kaçan Ahmad Ghasemi gelir, nedir yani? Sana sömürecek umut mu yok?

Normalde bir hastaya en az yarım saat ayırması gereken bir doktorun yarım saat içinde 30 hasta bakmasını gerektiren bir sağlık sistemi içinde çok da şansı yok gibi. Ama büyük resme baktığınızda yazılacak ilaçlar, kazanılacak paralar, sömürülecek bir halk olmazsa nasıl alınacak o maybach’lar? Ömür boyu ilaçlara mahkum edip hortumları kendimize bağlayabilecekken neden tedavi edip evine gönderelim ki bunları? Ay şey yani, vatandaşımızı.

Evet, sağlık personeli için bitmek bilmeyen mesai gerçeği malum, ama kaz gelecek yerden de tavuk esirgenmez şimdi kimse kusura bakmasın. Peki ama şimdi bu doktor cumartesi gecesi gelen acil ameliyatlar da dahil olmak üzere günde bilmem kaç ameliyata mı yetişsin, poliklinikte hasta mı baksın, tuvalete mi gitsin? Üçünü de yapsın yapmasına da, ne zaman?

Tuvalete gittiklerinde “kafasına göre gelip gidiyor” olmakla suçlanan, ama aslında kafasını kaşıyacak beş dakikası bile olmayan bazı doktorlar var bu ülkede. Hayat bizim küçük şehirlerimizdeki aile sağlık merkezlerinin kuş cıvıltıları eşliğinde oturulan bekleme salonlarındaki gibi değil maalesef.


Şimdi buraya kadar yine ben pembe götlü bir beyaz olduğum için aslında sağlık sistemimizi övsem överdim. Yani en azından gömmezdim diyeyim. Muhtemelen sağlık çalışanlarından temizlik görevlilerine kadar hastanede çalışan personele duyduğum sempati beni bir şekilde sağlık sistemimizin iyi olduğu yanılsamasına sürükledi. (Camekanlı odada bekleyen hasta kabulcüler hariç; onlardan hoşlanmıyorum.)

Hastanenin yeni yapılmış olmasının da görsel açıdan bu düşünceyi desteklemiş olduğunu yeni yeni fark ediyorum. Gelin şimdi bu iki faktöre sahip olmayan bir yerde, harika sağlık sistemi rüyam nasıl tepetaklak oldu size kısaca ondan bahsedeyim.


Geçtiğimiz gün bir arkadaşımın babasına refakat etmek için İstanbul’da askeriyeden alınıp bakanlığa devredilen bir hastanede bulundum.

Hastaneye girdiğim andan itibaren konu anlatımı da olan distopik bir video oyununun içindeymiş gibiydim. Binanın her yeri dökülüyor; berbat halde. Sanki az önce sadece bu binayı etkileyen bir savaş çıkmış da ortalık o yüzden bu haldeymiş gibi bir görüntü düşünün. Kapıdan girdiğiniz anda görüş alanınızın sol alt köşesinde “Doomsday’den sonraki 10. yıl” yazan bir pop up çıkıyor. Simülasyona hoş geldiniz.

Bu koltuk refakatçi koltuğu. Her sabah hemşire vizitinde “koltuklarımızı toplayalım” dedikleri için refakatçilerin sabahtan akşama kadar oturmak zorunda olduğu koltuk. Üstün tasarımı sayesinde yere yakınlığıyla dikkat çekiyor. Böylece refakatçinin yerden yükselen kim bilir hangi ihalenin sonucu alınmış kedi sidiği aromalı yer temizleme sıvısı kokusunu hissedebilmesi amaçlanıyor. Bir rivayete göre bu solüsyon, refakatçinin derin uykuya dalmasını önleyerek olası bir durumda hastaya anında müdahale edebilmesini sağlıyor.

Sıvası dökülmüş duvarlar, küf ve pas izleri, basık tavan, büyük ölçüde yamalı olan yer döşemesi, içi sararmış tuvalet ve lavabolar, derzleri kararmış fayanslar, her yerde kedi sidiği kokusu ile yemekhane kokusunu andıran ama ne olduğu belli olmayan keskin bir koku…

Tek kelimeyle korkunç. Muhtemelen yaşadığım yerdeki yeni yapılmış şehir hastanesi de birkaç yıl sonra aynı kaderi paylaşacak.

Hasta ve refakatçi olmak için berbat bir hastane ama bu ihtimalde işler yolunda giderse kısa bir süre sonra buradan kurtuluyorsunuz. Bir de böyle bir ortamda personel olduğunuzu ve her gün buraya gelmek zorunda olduğunuzu düşünsenize?

Birkaç yıl önce bir Rus arkadaşım Türkiye’ye geldiği sırada acil bir durum nedeniyle hastaneye yatmıştı. Ben de ona refakat etmiştim. Yaşadığım yerdeki yeni yapılmış şehir hastanesini görünce çok şaşırmıştı. Rusya’daki en iyi özel hastanelerin bile bu devlet hastanesinden daha kötü halde olduğunu söylemişti. Gösterdiği fotoğrafları görünce gözlerime inanamamıştım. Bin yıllık binalar, demir karyolalar, duvar sıvalarının yarısı dökülmüş korkunç görünen pediatri servisleri… Ona cevap olarak “Evet,” demiştim. “Türkiye’de birçok şey iyi olmayabilir ama sağlık sistemimiz iyi çalışıyor.”

Pembe panjurlu fanusumdan çıkıp İstanbul’daki bu hastanede kaldıktan sonra aslında bizdeki ortalama bir hastanenin de oradakinden pek farkı olmadığını anladım. (Demir karyola hariç)

2024-2025 A’ Design Awards ödülünü alan tuvalet kağıdı tasarımı. Tuvalete oturanların ulaşamaması için özel olarak dizayn edilen bu tuvalet kağıdı, günümüzün en çarpıcı modern sanat eserlerinden biri olmasıyla dikkat çekiyor.

Hastanelerimiz mükemmel olsa bile ancak aylar sonrasına randevu alabildiğimiz poliklinikler, bir sene sonrasına randevu veren radyoloji servisleri, ömür boyu ilaçlara mahkum edilen, koruyucu hekimlikten faydalanamayan ve hatta cerrahi işlem beklerken hayatını kaybeden hastalar bize bir şeyler anlatmalı, öyle değil mi?

Peki tüm bunlara rağmen neden sağlık sisteminin iyi olduğunu sanıyoruz? Aklıma gelen ilk ihtimal: Kafamıza her estiğinde acile koşabildiğimiz, aile hekimine randevusuz gidebildiğimiz ve hastaneden para ödemeden çıkabildiğimiz için sağlık sisteminin mükemmel işlediğini zannediyor olabiliriz.

Atladığımız birkaç şey var. İlki ve belki de en önemlisi bu hizmetlerin bedava olmadığı; her ay maaşlarımızdan şak diye kesildiği. Good morning herkese. Belki Amerika’da olduğu gibi maaş cebimize girdikten sonra bir kısmı çıkıyor olsaydı biraz daha aklımız başımıza gelirdi, kim bilir?

Acile gitmek kolay evet; ama bize acil bir durum olmadan acile gitmenin bir medeniyet göstergesi olduğunu düşündüren nedir? Sağlık sisteminin aşamalara ayrılmadığı, belli alanlarda yük yaratıp daha fazla kaynak harcanmasına neden olan bir sistemdeki çarpıklık aslında tek başına geri kalan sorunların da bir göstergesi. Oysa birçok modern ülkede sağlık sistemi kademelere ayrılıyor. Gerçekten acil bir durumunuz olmadığı sürece hastanelerde iş yükü ve kalabalık yaratmayacağınız şekilde dizayn ediliyor.

Kafamıza göre doktora gidebilmeyi iyi çalışan sağlık sistemiyle eş değer gördükçe bu yanılsamayı da yaşayacağız sanırım.

Eğer sağlık sisteminin iyi olduğunu düşünüyorsanız sizi bir de poliklinikten randevu almaya davet ediyorum. Eğer cesaretiniz varsa psikiyatri ya da diş polikliniklerini deneyin.


Bu arada, yazının başında üçüncü profili yazmadım dikkat ettiyseniz; çünkü onu zaten hepimiz biliyoruz.

Yorumlar

Bir Cevap Yazın