• ferrari’ye binen şifacı

    ferrari’ye binen şifacı

    Elimde çok iyi taşlar var. Bunlar öyle taşlar ki; bu taşlarla hazırladığım bileklikler panik bozukluğa, anksiyeteye, sinire, tembelliğe, iktidarsızlığa, fibromiyaljiye, adet düzensizliğine ve hatta saç dökülmesine iyi geliyor.

    Takanın dünyası anında değişiyor, hayatı iyileşiyor, yaşamından bolluk bereket fışkırıyor.

    Bu taşları Brezilya’ya, Peru’ya, Tayland’a ve bilimum mistik ucuz ülkelere yaptığım seyahatlerde kadim bilgelerden topladım. Onlar da bu taşları son derece özel koordinatlardan, doğa ananın bizimle konuşmak için seçtiği mistik topraklardan elleriyle ritüellerle topladılar.

    Yani en azından size söylediğim bu.

    Ama söylediklerim bunlarla bitmiyor. Bana bir de ne olduğu pek anlaşılmayan cümleler lazım. Başı nerede, sonu nerede belli olmayan, en kelli felli filologlar da gelse manasını çözemeyeceği türden cümleler. Her derde deva taşlarımla aklınıza düşürdüğüm “acaba”yı şimdi bu afili cümlelerle destekleme zamanı.

    “Ne diyor Ecrin insanlığa? Ben sana şifa vermeye geldim, benden alacağın her şey sana ananın ak sütü gibi helaldir. Ya mercü, ne mutlu sana koşanlar; hayallerini ellerine bırakıp varlığına sarılanlar.

    Ol’ dedi ve ol’du.

    Bekle, işte zamanı geldi. 7 7 7. Yıllardır dilimde bu sayılar. 7’lerin yedisi ve işte onun kudreti. Şükürler olsun. Ne güzelsin sen ey hayallerin hayali.

    Bekle, senin olan geliyor. Şükür şükür şükür. Sana geliyor!

    Gaybı bilen Allahtır’, bana hediye eden de o. “

    3-C’den şifacı arkadaşımızı tebrik ediyoruz ve soruyoruz: Hadi ya? Gerçekten mi? Peki şey, Allah’ın bundan haberi var mı?

    Kaynak? Mercimek çorbasından aldığım ilham. (bkz. mercü)

    Ne taşlarım mistik, ne toplayanlar kadim. Muhtemelen çocuk işçilerin çalıştığı madenlerden ritüelsiz çıkarıldılar. Ya da eğer yeterince şanslıysanız işçilerin göçük altında kalmamak için ettiği birkaç dua ucundan değmiş olabilir taşların sağına soluna. Tabii eğer hepsini Eminönü’nden laylon poşet içinde satın almadıysam.

    Fibromiyaljiye iyi geldikleri de yok ama ben mecbur öyle söyleyeceğim çünkü aksi halde sizi bir bilekliğe 2.500 lira vermeye ikna edemem takdir edersiniz ki. Biraz aklınızı bulandırmam, yıllardır çözemediğiniz dertlere derman bulacağınız konusunda da umut vermem lazım.

    Daha önce denenmiş, onaylanmış, başarıyla sonuçlanmış yöntemler bunlar. Burada boş iş yapmıyoruz. Ya da belki de bomboş bir iş yapıyoruz ve şifacılık bizim şekilli paravanımız. Kim bilir?

    Yine de kendini doktor ilan eden Alfredo Bowmanlardan şifacı Sylvia Brownelara kadar köklü bir geçmişimiz var. Hatta sadece spiritüel masalarda yokuz. Pandemi zamanı yaptıkları açıklamalarla pozitif bilimde eksi etkisi yaratarak içinde ne olduğu beli olmayan karışımlar satan sözde bilim insanlarını da unutmayalım; onlar da ekmeklerinin peşinde.

    Hatta taşlar sizi çok tatmin etmediyse başka ürünlerim de var. Seçenekler dini, milli, maddi, manevi durumunuza göre çeşitlilik gösteriyor. Artık kimi nasıl ikna edersem, bana fark etmez.

    Örneğin elimde görmüş olduğunuz şu muskalar sizi bir değil, iki değil, tam üç harflilerden koruyacak. Alıp sadece evinize asacaksınız, sütyeninizin kenarına iliştireceksiniz, sınavı kazanmasını istediğiniz çocuğunuzun yatağının altına koyacaksınız.

    Sorunlarınızı çözmek için emek vermenizi gerektiren köklü değişimler yapmanıza kesinlikle gerek yok. Muskalar sizin için bir şeyler yapacak, siz bana güvenin.

    Tabii kimsenin görmemesi lazım. Mazallah aklı selim biri çıkar, içini açıp aya benzer yüreğim e doğal olarak takipteyim şarkı sözlerini görür, neme lazım?

    Ya da hiç uğraşmayayım derseniz online danışmanlık hizmetimiz de bulunmaktadır. Buyrun siz şöyle kameranızın karşısında uzanın, gözlerinizi kapatın ve ben size bi frekans göndericem, regresyon ile bilinçaltınızın derinliklerin girip başka bir yerinizin üstünden çıkıcam ve hiçbir şeyiniz kalmayacak.

    Instagram, TikTok veya Facebook’ta gezinirken, kendilerini rehber, şifacı veya yaşam koçu olarak tanıtan ve sizden “frekansınızı yükseltmek” için para talep edenlere itibar ettiniz mi hiç?

    Daha önce bu mistik bebeklerden bir bileklik, şifalı bir taş, okunmuş bir pirinç, kitap, seminer ve hatta “frekans” satın almış olabilirsiniz; yıllardır çözemediğiniz bir sorunu tek bir ödemeyle çözmek istediğiniz için kimse sizi suçlayamaz.

    Burada sizi yargılamak için toplanmadık.

    Ama durun bir dakika… Siz bileklik satın aldınız, muska taktınız, enerji çalışmasına katıldınız ve işe yaradı, öyle mi? Elbette işe yaradı çünkü plasebo etkisi tam olarak böyle çalışır.

    Tabii olayın bir başka tarafı daha var: 2.500 liranızı çöpe attığınız gerçeğiyle mi yüzleşmek istersiniz yoksa bilekliğin işe yaradığına inanıp hayatınızda sadece 2.500 lira ödeyerek çabasız bir değişim yarattığınız muammasına mı tutunmak istersiniz?

    Mavi hap mı, kırmızı hap mı?

    Bir de tabii bilekliğin işe yaramadığını düşündüğünüz senaryoda tam olarak nereye şikayet edeceksiniz mesela bu mistik bebeği? Hadi buyrun. Şikayet etmeye yer buldunuz diyelim peki bu insanın gerçekten sihirli güçleri varsa ve size lanet okursa ne olacak?

    Ya da lanet etmese de bir bakacaksınız ki hakkında tek bir olumsuz yorum yazılmamış. Instagram ya da TikTok hesabında herkes onu övmüş. Muhtemelen bir şeyler var da siz anlamıyorsunuz, sizin kafanız basmıyor çünkü siz sıradan bir fanisiniz; böyle şeyleri anlamamanız normal… Saçmaladığını söyleyen yorumları tek tek silecek hali yok ya. Mı acaba?

    Şimdi bu önermeleri birikte ele alalım. Siz bir fanisiniz evet ve bunları anlamıyorsunuz, doğru. Ama anlamama sebebiniz ne fani olmanız ne de çok kadim bilgiler veriyor olmaları; dümdüz saçmalıyor olmaları.

    Size kötü bir haberim var: Bazı insanların, kendilerini “seçilmiş”, “özel” ya da “üstün ruhsal yeteneklere sahip” insanlar olarak tanıtarak başkalarını manipüle etmesi son derece yaygın bir uygulama ve muhtemelen aldığınız muska, bileklik ya da frekans hiçbir işe yaramıyor. Seminere de boşuna gittiniz; geçmiş olsun.

    Modern dünyamızın en büyük sanrılarıyla tanışın: Messiah Complex. Ya da daha seküler bir versiyon için bkz. Grandiose Delusions.

    Bu modern gurular çoğu zaman mistik bir aura ile çevrelenir, karmaşık veya anlaşılmaz cümleler kurar, özel ürünler veya ritüeller aracılığıyla maddi kazanç sağlar.

    Bazen de maddi kazanç yöntemleri bu kadar belirgin olmayan modeller de olabilir tabii. Bu modeller genelde tanrıyla, 3 harfli yaratıklarla ve hatta uzaylılarla konuşarak bize mesaj getirir. Kazandıkları para ise insanlığın beşinci boyuta geçmesine yardım etmek amacıyla getirdikleri mesajları yaymak adına organize edilen seminerleri sürdürmek için yapılan ufak bir katkıdır sadece.

    Yersen.

    Ben uzaylılarla konuşan kişilere inanıyorum mesela. Çünkü ben de bir zamanlar uzaylılarla konuşuyordum. Hatta konuşmakla kalmadım, beni bir keresinde gezegenlerine de götürdüler. Gözleri parlayan, ince, uzun silüetlere sahiplerdi. Aslında bir formları yoktu ama benim insan beynime böyle bir formda görünüyorlarmış, öyle açıkladılar. Aksi halde ben onları anlayamazmışım. Cinsiyetleri de yoktu. Sonsuz bri huzur içinde yaşıyorlardı ve bana şöyle söylediler:

    “Bilinmeyenin özgürlüğü ve bildiğini sandıklarının seni bilinmeyenlere doğru götüren bilgisi. Dünya düzenini yeniden değiştirmek ve yönetmek isteyenler! İçinden çıkıp sana gel diyor, seni senin içinde arayan ve senden senin içine işleyen seni almaya çalışan bir sen. Beşinci boyut açıldı. Uyan! ve uyanmayanları uyandır. Yorumsuz, tanımsız, çabasız. Hep ve daima. 8 5 1 Beşinci boyut kapısı ve aynaların odağı şimdi insanlık için belirginleşiyor; sevgiyle şükürle geçmek için hazır mısın? Yaratıcı ne istemiş? Kadim bilgileri bilenler şimdiden konuşmaya başladı. Ey Müco! Kadir ve kıymet ile yürüyoruz. İnsanlık kılavuzunda yeri olanların uyanışı yakındır.

    Ne anlattım ben burada şimdi? Söylediklerimin bir tanesine itiraz edebilecek olan var mı? Neyi, kime söyledim? Tam olarak ne dedim? Bu cümlenin yüklemi ne, öznesi nerede? Kim, kiminle, nerede, ne zaman, ne yapmış? Bu cümlede insanlığı beşinci boyuta geçirmeye yardım edecek bir önerim oldu mu?

    Hayır. Dolaylı tümleçlerle, zarflarla dolu havada uçuşan bir düşünce bulutu sadece.

    Ne dediğimi tam olarak anlamazsanız ona karşı çıkamazsınız.

    O yüzden böyle tuhaf şeyler söyleyip bazı rakamları arka arkaya sıralıyorum. Amacım tam olarak bu: Anlaşılmamak. Kafanız karıştı değil mi? İşime gelir çünkü siz kendinizden şüphe ettikçe cebinizdeki paralarla benim aramdaki mesafe de aynı ölçüde azalıyor.

    Bu ne diyor? Ne biliyor? Bu söyledikleri ne anlama geliyor? Benim bilmediğim bir şeyler mi biliyor? Yok ya saçmalıyor! Ama ya biliyorsa? Belki de gerçek. Yorumlarda herkes kalp atmış. Anlamadım ama onlar da tuhaf şeyler yazmışlar. Herhalde benim sefil fani aklım anlamıyor.

    Kafasını karıştırdığım birilerine hasbel kader bir faydam olmuşsa, değmeyin keyfime. Bir derdiniz varsa aklınızın orta yerine bir “acaba”yı rahatça oturturum. Satın aldığım birkaç emojili yorum, binlerce like ve izlenme de bu acabayı oturduğu yerde besler, büyütür.

    Düşünün bir hastalığınız var, birçok yöntem denediniz ve henüz bir sonuç alamadınız. Belki doktor doktor gezdiniz, belki tanınmış bütün psikologların kapısını aşındırdınız; sonuç yok. Öyle ki bir tanıdığın önerdiği bir hocaya bile gittiniz. Ne kadar nazar duası varsa yüzünüze üflediler, kurşunlar döküldü ama nafile.

    Tam bu noktada ben devreye giriyorum ve size bir bileklik takarak pozitif bilimin çözemediği bu dertten kurtulmayı vaad ediyorum.

    Size özel bir yöntemim var: Sadece size özel, sizin enerjinizi dengeleyen, sizi olumsuzluklardan koruyan bir bileklik. Brezilya’nın uzak bir köşesinden özenle seçilmiş, aylar süren bir ritüelle “aktif edilmiş” bu bileklik, sizin için özel olarak hazırlandı.

    Bu bileklik, uzun süredir çözülemeyen derdinize çare olabilecek bir araç değil de ne? Belki bir doktorun onlarca sayfalık raporunda bulamadığınızı, belki duaların bile ulaşamadığı bir etkiyi size sağlayabilir. Üstelik sadece 2.500 tela.

    Siz bunu hak etmiyor musunuz? Artık ayağınıza kadar gelen kaderin bu özel fırsatını değerlendirme zamanı gelmedi mi? Sonunda tüm bu dertlerden kurtulmak istemez misiniz?

    Bu düşüncelerle siz farkında olmadan barnum etkisi, aciliyet hissi, ve özel hissetme gibi psikolojik mekanizmaların içine çekilirken ben de havuzlu villamda ellerimi ovuşturup muhtemelen bolluk bereket temalı bir video çekmekle uğraşıyor olurum.

    Ben gaybı bilmiyorum ama bildiğim önemli bir bilgi var: “Sadece size özel” olduğunu duyduğunuz her ifade, beyninizde bir benzersizlik ve güven hissi yaratıyor. Uzun süredir uğraştığınız dert ise sizi karar vermeye zorluyor; ödemeyi yapmanız için ideal bir aciliyet yaratıyor. Benim için mükemmel kombinasyon.

    Burada vaad edilen şey aslında bir bileklikten çok daha fazlası: Umut, özel olma hissi ve çözüm arayışının yarattığı psikolojik boşluğu doldurma aracı. Ve işin ironik kısmı, bu mekanizmalar bilinçli bir şekilde kullanıldığında eğitim seviyesinden, zekadan, gelir seviyesinden bağımsız olarak neredeyse her insanı ikna edebiliyor.

    Şifacı olan insanların bir diğer ortak noktaları da son derece lüks yaşamlar sürüyor olmaları, hiç dikkat ettiniz mi? Tabii TikTok’ta canlı yayınlarda fal bakarak ya da ebced hesabı yaparak insanları sadece uyardığını ve paraya önem vermediğini ifade eden ama gelen güllere ve ejderyalara da “allah razı olsun güzel kardeşim” demeyi ihmal etmeyenleri dışarıda tutuyorum. Onların daha fazla ejderya alabilmek için ne kadar mütevazi bir hayat yaşadıklarını göstermeye ihtiyaçları var. Bu planın bir parçası.

    Ama diğerleri, yani mistik bebekler, genelde bolluk ve bereket içinde yüzmeleriyle bilinir. Onların villaları, kendilerine özel plakaları var. Zengin araçlar, pahalı aksesuarlar veya gösterişli yaşam biçimi, izleyicinin de güvenini artırıyor çünkü onlar, evrenin herkes için açık olan sonsuz bolluk ve bereketinin kodlarını çözmekle mükafatlandırıldılar. Onlar, sizin bilmediğiniz şeyler biliyorlar çünkü Allah ya da uzaylılar onlara hayatın sırrını açıkladı.

    Ya da siz normal değerinin 10 katı para vererek aldığınız bilekliklerle, seanslarla, iksirlerle ve melek kartlarıyla onları zengin etmişsinizdir.

    Karar sizin. Mavi hap mı kırmızı hap mı?

    Peki ya sizi kandırmıyorlarsa?

    Hayır, hayır. Taşların ya da muskaların gerçekten işe yaradığını düşünmüyorum tabii ki ama ya kendileri de gerçekten seçilmiş kişi olduklarını düşünüyorlarsa?

    Bir menfaat elde etme amacı olmadığı sürece herkes kendini bir şey zannedebilir bence. Mesela ben kendimi cennetten düşmüş bir melek zannedebilirim ve görevim dünya üzerinde insanları kandıran, onları maddi ve manevi olarak sömürmeye çalışan deccallerle mücadele etmek olabilir.

    Aksini ispatlayabilen varsa buyursun.

    Kendini “halı” zanneden bir üst komşu beni bozmaz mesela ya da kendini kedi zanneden birine ne diyebilirsiniz ki? Dünyada kendini İsa mesih zanneden onlarca insan var örneğin. Bence sorun yok. Tamam sana da İsa deriz kardeşim, elimize mi yapışacak, ne olacak yani?

    Ama bu İsalar ne zaman ki size cennetten arsa satmaya kalkar, okuyup üflemek için para almaya başlar, işte o zaman kendimize şunu sormanın zamanı gelmiş demektir: İki bin yıl önce göğe yükselen İsa, bugün gerçekten dünyada 500 liraya büyü bozuyor olabilir mi?

    Allah’ın özel olarak seçtiği bir şifacı, bu şifayı 2.500 lira karşılığında bileklik formunda satıyor olabilir mi?

    Benzer şekilde Tibetli bir rahibin reenkarnasyonu olan Instagram gurusu geçmiş jenerasyonların travmasına bağladığı bel ağrınızı çözmenize yardımcı olmak için sizden bişiy dizilimi seansı için bin liralar talep ediyor olabilir mi?

    Bunları sorguladığınızda “alma verme dengesi” diye bir şey duyabilirsiniz; çok normal. Diyorum ya, hepsi çalışılmış senaryolar, biz bi tarafımızdan uydurmuyoruz. Her şeye ne olduğu anlaşılmayan bir açıklamamız var çok şükür.

    Alma verme dengesini bozmamanın önemine ben de inanıyorum dürüst olmak gerekirse. Ama neden benim kadim şifamın karşılığı nakit olmak zorunda? Mesela bir derneğe, vakfa bağış yapmak ya da bir hizmette bulunmak neden olmasın? Ya da “insanlık için bir şey yap” güzel bir ödeme metodu olabilir mesela.

    Nereden bileceksin o kişinin insanlık için bir şey yaptığını diye soruyor olabilirsiniz. E Allah gerek uzaylılar gerekse rüyalarım aracılığıyla benimle konuşuyor ya, söyler, hissettirir? Hele ki ben kendi elimle onun şifasını dağıtıyorsam neden söylemesin?

    Ama önemli bir noktayı atlıyoruz: Guru bebeğimizin hayatını idame ettirmesi lazım. Çünkü burası dünya. Çünkü kovulduğu cennetteki gibi değil buranın düzeni. Burada para peşin, kırmızı meşin.

    Peki sevgilin olan ve sana gaybı haber veren yaratıcın neden bu işi senin için halletmiyor? İlle 2.000 liraya bileklik mi satman gerekiyor ve neden bir özel plakan var? Allah mı al dedi mesela? Şifalı rüyanda mı gördün, tam olarak ne oldu?

    Kahveye batırıp mistik bir hava vermeye çalıştığın hamur kağıda pilot kalemle çizdiğin garip şekiller olmasa o mercedes’e binemeyeceğin gerçeğinden hiç bahsetmeyecek miyiz?

    İnsanlara kuantum çekim yasasını “öğreterek” bolluğu ve bereketi kendilerine nasıl çekebileceklerini anlattığın seminerlerin sonunda konferansa katılan asgari ücretli emekçilerin paralarını almaktan hiç utanmadın mı mesela, biraz anlatsana.

    Uzaylılarla görüşüp haber alabildiğini iddia etmeni anlıyorum, bence bir sakıncası yok. Aynen devam et ama neden 1.500 liraya seminer düzenleyip millete anlaşılması mümkün olmayan diyaloglar aktarıyorsun? Burada amacın tam olarak nedir? Eğer iddia ettiğin gibi uzaylılar bizi eğitmek ve beşinci boyuta geçirmek istiyorlarsa lütfen kendileriyle konuşup tercihen özne, nesne ve yüklemden oluşan daha basit cümleler kurmalarını isteyebilir misin? Mesela şey olabilir: “Aç insanlara destek olmak için yemek dağıtan bir dernek kurun ve etrafınızda aç bir komşu kalmayana kadar yemek dağıtmaya devam edin.” Çünkü bizim bunları anlamamız gerekiyor ya, beşinci boyuta geçicez, biraz seri lütfen.

    Bir de ben hepinize bir de buradan sormak istiyorum: Siz kimsiniz arkadaşlar, neden siz? Narsist kişilik bozukluğu dışında mantıklı bir açıklamanız varsa lütfen bizi de bilgilendirin. Halk merak ediyor.

    Çok iyi insansınızdır, safsınızdır, kalbi temizsinizdir, ne bileyim çok cesursunuzdur, kitlelere dert anlatacak sabır bir tek sizde vardır, en günahsızımız sizsinizdir anlarım ama benden narsist kişilik bozukluğunu iliklerine kadar yaşayan birinden insanlığın kurtuluşuna dair fetva almamı beklemeyin; güceniyorum.

    Şayet kolyelerin gerçekten işe yarıyorsa, neden tüm insanlığa hizmet etmek için fiyatlarını düşürmüyorsun? Asgari ücretle çalışanları da kapsama alanına dahil etmek istediğinde tekrar görüşelim. Sonuçta rolls-royce’la gezmek zorunda değilsin, öyle değil mi?

    Bana uzaylıdan haber getireceksen güzel kardeşim, önce anlamlı cümleler kurmayı öğren. Söylediklerin böyle anlaşılmayacaksa beşinci boyuta da buyur kendin gir, biz gelmeyelim, zahmet olmasın.

    Bunları sorguluyorum kusura bakma, kimsenin malında gözüm yok. Benim dünyevi şeylerle pek işim olmuyor senin aksine. Olsa köprü işine girerim zaten, daha çok para var deniyor.

    Ben dünyayla ilgilenmiyorum. Söylediğim gibi gaybın zabıtasıyım, görevim bunları sorgulamak. Bu aleme deccallere ıstırap olmak için gönderildim. Evrenin koridorlarında gezip kaçak tezgahları kaldırtıyorum. Deccal değilsen seninle işim yok.

    Seni üzüyorsam da bu ilahi planın bir parçası. Ben yalnızca elçiyim; Allah’ın seni üzen elçisi. Seni ben üzmüyorum; o üzüyor gibi bir şey. Sen benden daha iyi bilirsin böyle şeyleri.


    Özetlemek gerekirse;

    Taşların işe yaramadığı aşikar. Muskalarda belki Serdar Ortaç şarkısı yazıyor, bilmiyoruz. Frekans adına gelip giden bir şey de yok. Uzaylılar var olabilir ama muhtemelen bu adamla konuşmuyorlar.

    Herkes bunları desteklemiyor, kimse sizin bilmediğiniz şeyler bilmiyor. Çeşitli çaresizliklerle mücadele etmekten yorulup içlerindeki boşluğu ve arayışı bunların yalanlarıyla doldurmaya çalışan bir avuç insan var sadece etraflarında. Çaresizliğin insana neler yaptırabildiğini sadece gerçekten çaresiz kalmış (ya da çaresiz kaldığını düşünmüş) insanlar bilir.

    Çaresizlik öyle bir şeydir ki, bir ateiste tuz mağarası olduğu iddia edilen bir odadaki mermer zemine yatarak, bedenini emanet ettiği bioenerjiciler eşliğinde zikir bile çektirir. Bu söz konusu tuz mağarasının güven apartmanı kat 6 daire 12 beylikdüzü istanbul adresinde olmasını bile sorgulamaz ateist öyle bir durumda. Çaresizlik tam olarak böyle bir şeydir ve nereden bildiğimi sormayın.

    Bu fırsatçıların birçoğunun sosyal medya hesaplarındaki yorumlar kapalı; diğerleri yorum, like ve görüntülenme satın alarak görsel bir illüzyon ile sizi “güvenilir” olduklarına ikna ediyorlar. İnanması güç ama evet, kötü yorumları da tek tek siliyorlar ve kötü yorum yapan kişileri de engelliyorlar. Böylece kendilerine güvenli bir fanus yaratıyorlar.

    Tüm bunlara baktığımda koca bir TCK görüyorum. İnsanların maneviyatını sömürmekte hiçbir beis görmeyen, zor durumda olmalarından faydalanan bir fırsatçılık destanı adeta…

    Belki güzellik merkezlerine alternatif bir anaların ak sütü mekanizması belki de kendini bile şifacı olduğuna inandırmış, Allah’tan kendisine özel ayet bekleyecek kadar akıl tutulmasına kapılmış bir narsistin kariyer planı.

    Böyle şeyleri hiç bilemiyorsun.

    Sanki peçeteye yazıp şarkı istiyor.

    İki de çay söyle bari…

  • sağlık sistemimiz çok iyi

    sağlık sistemimiz çok iyi

    Eğer Türkiye’de sağlık sisteminin çok iyi işlediğini düşünüyorsanız muhtemelen şu üç profilden birisiniz:

    1. Her işini acilde halleden, poliklinikten randevu almayan,
    2. Henüz yatılı hasta veya hasta refakatçisi olarak hastanelerde bulunmamış ya da sadece küçük ya da orta ölçekteki illerin yeni yapılmış şehir hastanelerinde bulunmuş olan.

    Tanıştırayım; dünyamız kendi fanusumuzdan ibaret değil ve özellikle büyük illerde çekilen bazı çileler var.


    Eğri oturalım doğru konuşalım; sağlık sistemimiz birçok ülkeden daha iyi çalışıyor. Mesela Suriye, Bangladeş, Venezuela, Fas gibi ülkelerden çok daha iyiyiz.

    Yalnız her ne kadar sağlık sistemimiz harika çalışıyor olsa da hala reklam performans olarak baktığınızda alabildiğiniz hizmet kırılımlarının ne kadar kısıtlı olduğunu görebilirsiniz.

    Reklam performans ne demek diye soracak olursanız şu demek: Bize anlatılan vs gerçekte olan. Instagram kullananlar bu karşılaştırmaya aşinadır diye tahmin ediyorum.

    Bundan birkaç yıl önce mükemmel sağlık sistemimizin çok iyi çalıştığını düşünenlerden biri de bendim. Hatta sağlık sistemimizdeki bu mükemmel işleyişe baktığımda büyük bir gurur duymuşluğum bile var.

    Size hemen profilimden bahsedeyim, sebebi anlayacaksınız: Her yıl bir önceki yılın üç katı para ödediğim özel sağlık sigortam var ve tüm işlerimi özel hastanelerde halledebiliyorum. Orta büyüklükte bir şehirde küçük bir ilçede yaşıyorum ve aile hekimimizin beni muayene etmek, sorunlarımla ilgilenmek için yeterince vakti var.

    Bundan iki yıl önce bir kalça kırılma vakası nedeniyle bir hafta hastanede refakatçi olarak kalmam gerekti. Eğitim ve araştırma hastanesinde, bir cumartesi gecesi idealist bir doktorun nöbetine denk gelmiş olmak büyük bir şanstı. Bu sayede hasta, olay gerçekleştikten sonra altı saat içinde ameliyata alındı ve bir hafta hastanede kaldık. (Vay canına sağlık sistemimizin mükoluğuna bakar mısınız?)

    Herkes hastanede kalmaktan nefret eder. Ben de bayılmadım ama ülkeye dair umutlarımı yeşerttiği için aldığım hizmetten sonuna kadar çok mutlu oldum.

    Odamız henüz birkaç yıl önce tamamlanmış yeni şehir hastanesinde iki kişilik bir odadaydı. (İki de refakatçi, etti 4) Devamlı temizlenen, tuvalet kağıdı ve sabunu eksik edilmeyen bir tuvalet, gülümseyen sağlık personelleri ve onlardan daha az gülümsemelerine rağmen hala kibar olan doktorlar ilgilendi bizimle. Hatırlatayım; kendi nüfusuna oranla bir hayli büyük olan yeni yapılmış bir hastaneydi burası.

    Profilimi az çok anladığınızı düşünüyorum. Şimdi gelelim fasülyenin faydalarına.

    Tüm bu pembe panjurlu deneyimlerin ardından üç yıl boyunca takip edilmesi gereken kalça kırığı iyileşme süreci bana çok şey öğretti.

    İyi hastanelerimiz olabilir. Harika bir hastanenin tek başına yeterli olmadığını, koskoca koridorların yanında yer alan küçücük bölmedeki doktor odasının kapısının önünde yığılan yüzlerce insanı bir arada gördüğünüzde anlıyorsunuz.

    Bu odalar ortopedi doktorlarının odaları. Dört odanın önündeki küçük camekanlı bekleme alanına toplasanız 10 tane sandalye bile konmamış. Bu doktorlara çoğu koltuk değneği, tekerlekli sandalye ve hatta sedyeyle olmak üzere orası burası kırılmış insanlar geliyor, hatırlatırım. Bu insanların ayakta bekleyebileceği fikri hangi üstün zekalıya aitti merak etmeden duramıyorum doğrusu.

    O küçücük cam bölmenin içinde duran masalarda devamlı oturan 4 ya da 5 personel var. Bu personellerin görevi randevu yönetimi, ya da öyle bir şey. Ama çoğunlukla onları insanlara son derece kaba bir tavırla “doşordo bokloyon!” diye bağırırken bulabilirsiniz. “Burada durmanıza gerek yok. Dışarıda ekranlardan takip edebilirsiniz sıranızı.” diye de ekliyorlar. (Bu cümle de bağırarak ve nefret kusarak söyleniyor ama anlaşılsın diye efekt eklemeden düz yazdım.)

    Ekrana bakıyorsun, 16 inç bir bilgisayar ekranından hallice. Zaten öyle olmasaydı da ekranları takip edemezdik gerizekalı. Bizim o ekranda bir şey görebilmemiz için doktorun içeriye ekranda yazan sırayla alması gerekir insanları. Alıyor mu? Hayır almıyor, alamıyor. Sen de bunu çok iyi biliyorsun.

    O doktor kapısının önünde önce ayda bir, sonra üç ayda bir, ardından 6 ayda bir olmak üzere farklı periyotlarda neredeyse üç yıl boyunca bekledik. İlk zamanlarda her masum hasta gibi biz de ekranı takip ediyorduk. Sonra sürekli doktorun kapısını çalarak içeriye giren insanlar olduğunu gördüğümüzde artık bu umutsuz bekleyişin bizi bir yere götürmeyeceğini anladık.

    Herkes sabah 8 ile öğleden sonra 3 arasında belirsiz bir zamanda gerçekleşecek muayenesinin olabildiğince belirli bir zamanda yapılmasını istiyor ve aylar boyunca bunun için harekete geçmesi gerektiğini aksi halde o muayeneyi olamayacağını öğreniyor. Anlatabiliyor muyum embesil kardeşim?

    Ayrıca o doktorun sana bakması için röntgen çekilmen lazım. Röntgen çekilebilmek için de o kodumun odasına girmen gerekiyor çünkü üzerine “sağ kalça ön arka” yazıp kaşe vurduktan sonra sana verecekleri postit kağıdına ihtiyacın var. Daha o kağıdı alıp zemin kata gideceksin, sıraya adını yazdıracaksın ve sonu gelmeyen bir röntgen sırası bekleyeceksin. O kağıt olmadan sana röntgen çekmiyorlar. Bu ikisinin birbiriyle koordineli çalışmadığını sen benden daha iyi biliyorsun mal kardeşim. O yüzden “doşorodo tokop odobolorsonoz” diye bol keseden atmadan önce, şu hastalarla bi düzgün iletişim kurmayı, kibar olmayı, derdinizi kimseyi küçümsemeden anlatmayı öğrenin bir zahmet. Sabahtan akşama kadar aynı gerzekçe sorulara maruz kalmak zor, haklısın. Ama biraz kibarlık öğrensen de ölmezsin.

    Yine de eğri oturup doğru konuşmaya devam edeceksek, tüm bunlara rağmen sağlık sistemimiz fizik kurallarına alternatif bir gerçeklik yaratması dolayısıyla hala takdiri hak ediyor. Zamanda bir bükülme yaratabilen kaç sağlık sistemi vardır ki bu dünyada? Öyle bir bükülme ki bu, doktorların yarım saatte üç saatlik bir performans gösterebilmesini sağlıyor. Daha ne olsun? Minimum zaman, maksimum performans. Eti de senin kemiği de senin. Yaz nöbeti, ver hastayı, geç. Almanya’ya kaçana kadar yolu var, umutsuzluğa kapılma. Hem o gider, yerine İran’dan daha iyi bir hayat beklentisiyle kaçan Ahmad Ghasemi gelir, nedir yani? Sana sömürecek umut mu yok?

    Normalde bir hastaya en az yarım saat ayırması gereken bir doktorun yarım saat içinde 30 hasta bakmasını gerektiren bir sağlık sistemi içinde çok da şansı yok gibi. Ama büyük resme baktığınızda yazılacak ilaçlar, kazanılacak paralar, sömürülecek bir halk olmazsa nasıl alınacak o maybach’lar? Ömür boyu ilaçlara mahkum edip hortumları kendimize bağlayabilecekken neden tedavi edip evine gönderelim ki bunları? Ay şey yani, vatandaşımızı.

    Evet, sağlık personeli için bitmek bilmeyen mesai gerçeği malum, ama kaz gelecek yerden de tavuk esirgenmez şimdi kimse kusura bakmasın. Peki ama şimdi bu doktor cumartesi gecesi gelen acil ameliyatlar da dahil olmak üzere günde bilmem kaç ameliyata mı yetişsin, poliklinikte hasta mı baksın, tuvalete mi gitsin? Üçünü de yapsın yapmasına da, ne zaman?

    Tuvalete gittiklerinde “kafasına göre gelip gidiyor” olmakla suçlanan, ama aslında kafasını kaşıyacak beş dakikası bile olmayan bazı doktorlar var bu ülkede. Hayat bizim küçük şehirlerimizdeki aile sağlık merkezlerinin kuş cıvıltıları eşliğinde oturulan bekleme salonlarındaki gibi değil maalesef.


    Şimdi buraya kadar yine ben pembe götlü bir beyaz olduğum için aslında sağlık sistemimizi övsem överdim. Yani en azından gömmezdim diyeyim. Muhtemelen sağlık çalışanlarından temizlik görevlilerine kadar hastanede çalışan personele duyduğum sempati beni bir şekilde sağlık sistemimizin iyi olduğu yanılsamasına sürükledi. (Camekanlı odada bekleyen hasta kabulcüler hariç; onlardan hoşlanmıyorum.)

    Hastanenin yeni yapılmış olmasının da görsel açıdan bu düşünceyi desteklemiş olduğunu yeni yeni fark ediyorum. Gelin şimdi bu iki faktöre sahip olmayan bir yerde, harika sağlık sistemi rüyam nasıl tepetaklak oldu size kısaca ondan bahsedeyim.


    Geçtiğimiz gün bir arkadaşımın babasına refakat etmek için İstanbul’da askeriyeden alınıp bakanlığa devredilen bir hastanede bulundum.

    Hastaneye girdiğim andan itibaren konu anlatımı da olan distopik bir video oyununun içindeymiş gibiydim. Binanın her yeri dökülüyor; berbat halde. Sanki az önce sadece bu binayı etkileyen bir savaş çıkmış da ortalık o yüzden bu haldeymiş gibi bir görüntü düşünün. Kapıdan girdiğiniz anda görüş alanınızın sol alt köşesinde “Doomsday’den sonraki 10. yıl” yazan bir pop up çıkıyor. Simülasyona hoş geldiniz.

    Bu koltuk refakatçi koltuğu. Her sabah hemşire vizitinde “koltuklarımızı toplayalım” dedikleri için refakatçilerin sabahtan akşama kadar oturmak zorunda olduğu koltuk. Üstün tasarımı sayesinde yere yakınlığıyla dikkat çekiyor. Böylece refakatçinin yerden yükselen kim bilir hangi ihalenin sonucu alınmış kedi sidiği aromalı yer temizleme sıvısı kokusunu hissedebilmesi amaçlanıyor. Bir rivayete göre bu solüsyon, refakatçinin derin uykuya dalmasını önleyerek olası bir durumda hastaya anında müdahale edebilmesini sağlıyor.

    Sıvası dökülmüş duvarlar, küf ve pas izleri, basık tavan, büyük ölçüde yamalı olan yer döşemesi, içi sararmış tuvalet ve lavabolar, derzleri kararmış fayanslar, her yerde kedi sidiği kokusu ile yemekhane kokusunu andıran ama ne olduğu belli olmayan keskin bir koku…

    Tek kelimeyle korkunç. Muhtemelen yaşadığım yerdeki yeni yapılmış şehir hastanesi de birkaç yıl sonra aynı kaderi paylaşacak.

    Hasta ve refakatçi olmak için berbat bir hastane ama bu ihtimalde işler yolunda giderse kısa bir süre sonra buradan kurtuluyorsunuz. Bir de böyle bir ortamda personel olduğunuzu ve her gün buraya gelmek zorunda olduğunuzu düşünsenize?

    Birkaç yıl önce bir Rus arkadaşım Türkiye’ye geldiği sırada acil bir durum nedeniyle hastaneye yatmıştı. Ben de ona refakat etmiştim. Yaşadığım yerdeki yeni yapılmış şehir hastanesini görünce çok şaşırmıştı. Rusya’daki en iyi özel hastanelerin bile bu devlet hastanesinden daha kötü halde olduğunu söylemişti. Gösterdiği fotoğrafları görünce gözlerime inanamamıştım. Bin yıllık binalar, demir karyolalar, duvar sıvalarının yarısı dökülmüş korkunç görünen pediatri servisleri… Ona cevap olarak “Evet,” demiştim. “Türkiye’de birçok şey iyi olmayabilir ama sağlık sistemimiz iyi çalışıyor.”

    Pembe panjurlu fanusumdan çıkıp İstanbul’daki bu hastanede kaldıktan sonra aslında bizdeki ortalama bir hastanenin de oradakinden pek farkı olmadığını anladım. (Demir karyola hariç)

    2024-2025 A’ Design Awards ödülünü alan tuvalet kağıdı tasarımı. Tuvalete oturanların ulaşamaması için özel olarak dizayn edilen bu tuvalet kağıdı, günümüzün en çarpıcı modern sanat eserlerinden biri olmasıyla dikkat çekiyor.

    Hastanelerimiz mükemmel olsa bile ancak aylar sonrasına randevu alabildiğimiz poliklinikler, bir sene sonrasına randevu veren radyoloji servisleri, ömür boyu ilaçlara mahkum edilen, koruyucu hekimlikten faydalanamayan ve hatta cerrahi işlem beklerken hayatını kaybeden hastalar bize bir şeyler anlatmalı, öyle değil mi?

    Peki tüm bunlara rağmen neden sağlık sisteminin iyi olduğunu sanıyoruz? Aklıma gelen ilk ihtimal: Kafamıza her estiğinde acile koşabildiğimiz, aile hekimine randevusuz gidebildiğimiz ve hastaneden para ödemeden çıkabildiğimiz için sağlık sisteminin mükemmel işlediğini zannediyor olabiliriz.

    Atladığımız birkaç şey var. İlki ve belki de en önemlisi bu hizmetlerin bedava olmadığı; her ay maaşlarımızdan şak diye kesildiği. Good morning herkese. Belki Amerika’da olduğu gibi maaş cebimize girdikten sonra bir kısmı çıkıyor olsaydı biraz daha aklımız başımıza gelirdi, kim bilir?

    Acile gitmek kolay evet; ama bize acil bir durum olmadan acile gitmenin bir medeniyet göstergesi olduğunu düşündüren nedir? Sağlık sisteminin aşamalara ayrılmadığı, belli alanlarda yük yaratıp daha fazla kaynak harcanmasına neden olan bir sistemdeki çarpıklık aslında tek başına geri kalan sorunların da bir göstergesi. Oysa birçok modern ülkede sağlık sistemi kademelere ayrılıyor. Gerçekten acil bir durumunuz olmadığı sürece hastanelerde iş yükü ve kalabalık yaratmayacağınız şekilde dizayn ediliyor.

    Kafamıza göre doktora gidebilmeyi iyi çalışan sağlık sistemiyle eş değer gördükçe bu yanılsamayı da yaşayacağız sanırım.

    Eğer sağlık sisteminin iyi olduğunu düşünüyorsanız sizi bir de poliklinikten randevu almaya davet ediyorum. Eğer cesaretiniz varsa psikiyatri ya da diş polikliniklerini deneyin.


    Bu arada, yazının başında üçüncü profili yazmadım dikkat ettiyseniz; çünkü onu zaten hepimiz biliyoruz.

  • türk esnafının esktra hizmet tutkusu yüzünden kararan hayatlar

    türk esnafının esktra hizmet tutkusu yüzünden kararan hayatlar

    Bir ayakkabım var. Barefoot. Hollanda’dan aldım. 150 euro. Çok seviyorum.

    “Bir şeyi de düşünmeden alacağım, kendime yatırım yapacağım.” dedikten sonra almıştım onu. Yanlış anlaşılmasın, öyle çok zengin biri değilim ama kişisel gelişimim ve kendime olan saygım ayaklarıma gösterdiğim özenle doğru orantılı ilerliyordu o sıralar.

    Ayakkabılar pahalıydı ama buna kesinlikle değmişti. Çünkü çok rahatlardı. Giymeye başladığımdan beri ayaklarımın ağrıları geçti üstelik. Bir kışlık bir de yazlık almıştım. Bunlar benim ilk barefoot ayakkabılarımdı.

    Bir yılın sonunda yazlık ayakkabımın sol tekinin uç kısmında hafiften bir açılma oldu. Baktım kesinlikle yapıştırılması lazım, bir tatil gününde çarşıya çıkarken onu da yanıma aldım. Dedim gitmişken yaptırayım.

    Arabayı park ettiğim yerin ilerisinde bir lostra salonu vardı. Küçük bir dükkan. Tepesinde kayan neon tabelada “Osmanlı Lostra” yazıyor.

    Girdim ayakkabıyı gösterdim.

    “Abi burası biraz açıldı, yapıştırabilir miyiz?” diye sordum tabanın açılan yerini göstererek.

    Şöyle bir baktı. “Tamam, bi saat sonra gel, al.” dedi.

    Harika. Hızlı iletişim ve netlik en sevdiğim iki şey. Üstelik verilen süre de son derece makul. Dükkandan çıkarken ayakkabı burnunun yapıştırılma işinin üzerine bir çizik attım iç rahatlığıyla. “Sonunda bu işi hallettim.” diye düşünüp kendimi takdir ettim. Her işi hallediyordum maşallah.

    Bir saat sonra dükkana geri geldiğimde “Heh,” dedi adam. “Senin ayakkabı hazır. Al bakalım.”

    Elime tutuşturduğu ayakkabıya baktım. Evet, bu benim ayakkabımdı ama benim dükkana bırakırken ayakkabıda olmadığına emin olduğum bazı özelliklere sahipti artık.

    “Bu ne?” diye sordum ayakkabının etrafında gördüğüm ve orada olmaması gerektiğine inandığım dikişleri göstererek.

    “Yapıştırdım ucunu.” diye cevapladı.

    “Peki bunlar nedir?” diye yineledim sorumu. Ayakkabının tabanındaki dikişlerin ne olduğunu öğrenme konusundaki ısrarıma daha fazla karşı koyamadı.

    “Tabanının hepsini diktim. Sonradan açılmasın diye.” dedi adam.

    Sessizlik oldu. Duyduklarıma inanmak istemiyordum. Çünkü duyduklarım çok saçmaydı. Niye diktin, sana kim dikmeni söyledi, bana sordun mu, benim neden haberim yok? Bunlar hep cevapsız sorulardı.

    Ayakkabının tabanını boylu boyunca saran yeni dikişler olması önemli bir meseleydi, evet. Bir diğer mesele de dikişlerin arasından çıkan ve iğrenç görünen siyah ipçiklerdi.

    “Nasıl oldu böyle?” diye sordum tekrar. Bu defa ipçikleri gösteriyordum.

    “Tabanını diktim. He bi de bu siyah siyah şeyler ayakkabının kendi kumaşı. Tabana iğne girip çıkarken geri çekti kumaşı, öyle didik didik oldu o yüzden buralar. 40 lira versen yeter.”

    İkinci sessizlik.

    Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ayakkabımı bırakırken ne istediğimi net bir şekilde ifade ettiğime emindim. Burnu açıldı, açılan yer yapıştırılacak. Benim istediğim hizmet bundan ibaretti. Dikmekle ilgili herhangi bir şey ağzımdan çıkmamıştı.

    Şu an ise istemediğim halde bana kakalanmakta olan hizmet ayakkabımın içine sıçmıştı ve ayakkabının bok gibi görünmesine sebep olan bu istenmeyen hizmetin istenmediği gerçeğini bir kenara bırakıp hayatıma 40 TL ödeyerek hiçbir şey olmamış gibi devam etmem bekleniyordu.

    Verebileceğim tek cevap vardı: “E ben senin ağzına sıçayım abi? Çünkü sen sana ucunu yapıştırman için verdiğim 150 euroluk ayakkabının tabanını dikerek içine 40 liraya sıçmışsın?”

    İkinci sessizliği bu cümlemle doldurmak istedim ama işlerini orta yol bulmaya ve kimseyi kırmadan halletmeye çalışan biri olarak bu hisleri ifade edecek daha şiddetsiz ve ağıza sıçmasız bir yol aradım.

    “Abicim, anlıyorum iyi niyetle yapmışsın ama bu ayakkabının fiyatı 150 euro. Şimdi istesem alamam. Türkiye’de de yok. Özel bir taban yapısı ve kumaşı var. Ben senden sadece açılan yeri yapıştırmanı istemiştim. Dikmeni istememiştim. Dikmek bu ayakkabının bütün özelliğini bozmuş ve görüntüsü de çok kötü olmuş. Üstelik diğer tekinde bu dikişler yok, ikisi yan yana geldiğinde çok daha kötü görünecek. Tabanına iğne girdiği için belki su da alacak, bilemiyoruz. Yani sen bu ayakkabıya, senden talep etmediğim bir şeyi kafana göre yaparak bana faydadan çok zarar vermiş oldun. Nihayetinde bu ayakkabıdır, senden daha kıymetli değil ama lütfen senden talep edilmeyen şeyler yapma. İyilik yapıcam derken zarar veriyor olabilirsin. Hani artık olan oldu ama başkasının başına gelmesin diye söylüyorum. Ben dikmeni istesem dik derdim, sadece yapıştırmanı istemiştim. Şu an çok üzgünüm. Ben çok alışveriş yapmam. Kırk yılda bir bir şey alırım ve aldığım şeyi de kaliteli alır, yıllarca giyerim. Bu ayakkabı için de planım öyleydi. Bu ayakkabıyı belki 4-5 yıl daha giyecektim. Ama şimdi sen içine sıçtığın için muhtemelen giye….”

    Konu yine sıçmaya bağlandı. Aslında iyi gidiyordu ama belli ki bu konuşmayı bir yerlere sıçmadan bitirmek mümkün olmayacaktı.

    Ağzımı yormaya değmez diye düşünerek adama 50 TL uzattım. 10 TL para üstünü verirken kendinden son derece emin görünüyordu.

    O an elimde sihirli bir değnek olsaydı şüphesiz adamın ağzına sıçmak isterdim.

    Eve dönüş yolunda, adama gerekli tepkiyi vermediğim için ayakkabılarının içine sıçılacak başka insanları düşünüp durdum.

    Genç bir kızın, tabanı tamir edilsin diye bıraktığı beyaz spor ayakkabısı maviye boyanacaktı belki bir gün ve sorumlusu ben olacaktım. Genç kız ayakkabısını teslim almaya geldiğinde “Böyle kir belli etmez.” diyecekti adam. Kız ise hiçbir şey söyleyemeden adama 50 TL uzatacak, 10 TL para üstünü aldıktan sonra gözleri doldu dolu ayrılacaktı o dükkandan.

    Bir başka gün, bir teyze gelecekti dükkana. Diyecekti ki “Ayakkabımı boyar mısınız?” Adam boyayacaktı ama bir de üstüne teyzenin adını yazacaktı. “Hüsniye”. “Böyle kaybolmaz.” diye açıklama yapacaktı teyze almaya geldiğinde de. Teyzeyse öyle şok olacaktı ki “Peki” diyebilecekti yalnızca kafasındaki tüm diyalogları susturarak.

    Bu insanların vebalini almaya değer miydi? Uzun uzun dert anlatmasam bile basitçe “Abi ben dikmeni istememiştim ki, bu ayakkabı özel bi ayakkabıydı, dikerek bozmuşsun.” deseydim yalnızca? O zaman ne olurdu? “Sana iyilik yapıyoruz beğenmiyorsun.” cevabını verirdi herhalde.

    O zaman da “Senden istenmeyen işi yapma abi.” deseydim, ardından üzgün üzgün dükkandan ayrılsaydım bir şeyler farklı olabilir miydi? Ders alarak bir daha başkasına istenmeyen hizmet vermemeye karar verebilir miydi acaba?

    Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

    Türk esnafının talep edilmemiş iyi niyetli hizmetleri ile kaç müşterinin dünyasını yıktığı bir muamma ama bence bilanço sandığımızdan daha ağır.

    Buradan tüm Türk esnafına sesleniyorum: Lütfen içinizdeki “böyle yapsan daha iyi olur” diyen sese kulak vermeyin ve sadece müşterinizin istediğini yapın. Neler yaşadığımızı bilmiyorsunuz…

    Bir başka deyişle: Yıldım sizden artık ya her şeyimin içine sıçtınız yeter ulan.

  • habibi come to turkey

    habibi come to turkey

    Konu: Hollanda’dan Türkiye’ye trenle ulaşmak.

    Amsterdam’dan yola çıkmışız. Önce Amsterdam-Berlin arası 5 saatlik bir tren yolculuğuyla medeniyeti; ardından Berlin-Prag arası 4 saatlik bir tren yolculuğuyla semi-medeniyeti tatmışız.

    Prag sonrası bilet fiyatlarında yaşanan ciddi maliyet düşüşü bize yolun devamı için medeniyet azalmasının sinyallerini de veriyor. Sorun değil, we are from Turkey, alışığız.

    Prag’dan Budapeşte’ye 6 saat süren ortalama bir tren yolculuğu yaptıktan sonra Budapeşte-Bükreş arasını sovyetler zamanından kalma bir trenle 15 saatte kat ediyoruz. Çok şükür ki trenleri severim, Doğu Avrupa’yı keşfetmeyi de seviyorum. Haliyle bu yolculuk bana koymuyor. 

    Zaten ben 1,60’dan hallice boyumla küçük tren yatağına kıvrılarak da olsa sığıyorum. Fakat yol arkadaşım 1,93 boyunda dalyan gibi bir insan. O karadan seyahatten benim kadar zevk almıyor, yine de katlanıyor.

    Çünkü nereden bakarsa baksın benimle seyahat etmek eğlenceli bir şey. O da bu eğlenceden mahrum kalmak istemiyor. Yoksa Amsterdam’dan bir uçağa atlayıp üç saatte İstanbul’a uçabilirdi. Ama yapmadı. Neden? Benimle seyahat etmenin tadı başkadır da ondan.

    Bükreş’e zor şartlarda varmış olsak da Avrupa’nın düşük kalite düşük maliyet dengesi hala Türkiye’nin düşük kalite yüksek maliyet dengesizliğinden daha iyi. Çok mutsuz değiliz o yüzden.

    Şimdi sırada Bükreş’ten İstanbul’a yapılacak son bir tren yolculuğu var. 

    15 saat yolculuğun ardından Budapeşte-Bükreş treninden iniyoruz. Hala biraz sallanıyoruz ama sorun değil, adapte oluruz. Atalarımız denizden çıkıp karaya adapte olmuş, biz trenden inip yürümeye mi adapte olamayacağız?

    İlk işimiz Bükreş-İstanbul trenine bilet almak üzere gişeye gitmek oluyor. Çünkü online alamadık, gişeden almamız lazımmış, sitede öyle yazıyordu.

    Gişede, 60-65 yaşlarında gülmemeye ant içmiş abla bize soruyor. “Vad du yu vant?”

    “Bukurest İstanbul treyn bilyet” diyorum sadece. Çünkü bugüne kadar yaptığım Doğu Avrupa seyahatlerim bana C1 seviyesinde İngilizce’nin hiçbir şeyi iyileştirmediğini öğretti. Mümkünse neydır nor’dan sakınarak olabildiğince simple present tense takılmak en güzeli. 

    I go, you go. Daha fazlasına ihtiyaç yok.

    Yalnız bir sorun var. Abla diyor ki “no bilyet”. Allah allah, no bilyet ne demek? Abla ikinci sorumda sıkılıyor benimle uğraşmaktan. İçinden “s*ktir git” diyor ama ağzından “onli cun” çıkıyor. Eyvahlar olsun. Demek Bükreş’ten İstanbul’a giden tren sadece yazın çalışıyor; seferler Haziran ayında başlıyor. Ne yapacağız şimdi? 

    Bir uçak bileti alıp sorunu hızlıca halledebiliriz ama hayır, bu yolculuk karadan olacak. Kendime bu sefer söz verdim onu strese sokmayacağıma dair. Tamam, uçağa binebiliyorum ama her bindiğimde de stres oluyorum. “Bu sefer ne olursa olsun karadan gideceğim” diyip kendi alnıma bir öpücük kondurmuştum birkaç hafta önce. 

    O halde geriye tek bir seçenek kalıyor: Otobüs. 

    Otobüs bileti almak için arama motorlarında sörf yapıyorum ama hiç beklemediğim bir şey oluyor: Yorumlar berbat. Otobüs firmalarıyla ilgili anlatılanlar akıl alır gibi değil, korkunç.

    Otobüs firması valiz ticareti yaptığı için sınırda saatlerce bekleyenler mi dersin, yolculara içki aldırıp Türkiye’de satanlar mı dersin, uyuklayan şoförler mi dersin, ne ararsan var yorumlarda. Ortalık mahşer yeri. Ben uçaktan korktuğumu biliyordum ama otobüsten korktuğumu da yorumları okuyunca anlıyorum.

    Ama bu yolculuk yapılacak, lamı cimi yok.

    Kendimi şöyle motive ediyorum: Ben 30 saat İstanbul-Tebriz yolculuğu yapmış insanım. Viraja 120’yle giren şoförler gördü bu gözler, şunun şurasında 9 saat yolculuk yapacağız. Ne olabilir? Ne diyorduk uçağa binerken? Kaderde varsa … neye yarar üzülmek? O zaman aynı kural otobüs için de geçerli olabilir, haksız mıyım?

    Tabii ki yine haklıyım.

    Arama motorlarının altını üstüne getirdikten sonra sonunda bir firma buluyoruz. Bu firma da sütten çıkmış ak kaşık değil ama iyi yorumların kötü yorumlardan fazla olması bize umut veriyor. Tünelin sonunda ışık var mı bilmiyorum ama bi güç var gibi.

    Firmaya gidip sorularımızı sormaya karar veriyoruz. Yorumlarda demişler ki mesela, tek şoför vardı, yolda uyukladı. Bu gerçek mi? Kaç şoför gelecek bizimle? Bunu soracağız ve içimizi rahatlatacak bir şeyler söylemelerini umacağız.

    Gerçekten de öyle oluyor. “Hayır canım, iki şoför ve bir muavin görev yapıyor. Tek şoför asla.” diyor kız. Türkçe bildiği için Türkçe konuşuyoruz. İçimiz rahatlıyor. Her şey okey.

    Bir de kapının önünde bir adamla karşılaşıyoruz. Diyor ki “Valla en harika firma bu. Yıllardır gidip geliyorum bundan iyisi yok.” Tamam çok övme diyorum içimden, nazar değdireceksin azıcık sus be adam.

    İkna oluyoruz. Biletlerimizi ertesi güne alıyoruz.

    Akşam saat 18:00, otogara geliş. 19:00’da otobüsümüz kalkacak. Bekleme salonunda devamlı çay kahve ikram eden biri var. Zannediyorum bu adam muavin ve mesleki deformasyon nedeniyle kendini durduramıyor. İstiyor ki herkes çay kahve içsin, ruhu ancak o zaman rahata erecek.

    Kim bilir kaçıncı çayımızı içerken otobüs yanaşıyor. Şöyle bi bakıyorum şoföre, çünkü ilk intiba çok önemli. Güvenilir görünüyor. Testi geçti. Bu testi uçağa binerken pilotlara da hep yaparım. Sonuçları etkileyen faktörleri henüz bilmiyoruz; herkes testi geçiyor genelde.

    Neyse çantalarımızı alıp otobüse biniyoruz. İçerisi konforlu görünüyor, pavyon görüntüsü olmadığı gibi ayak kokusu da yok. İyi bir başlangıç.

    Otobüs planlanan saatte hareket ediyor. Şehir içinde yavaş yavaş ilerliyoruz. Arada bir sağdan soldan korna sesleri duyuyorum. “Bize mi çalınıyor bu kornolar, acaba şoför kötü mü kullanıyor?” düşünceleri başlıyor hafif hafif omzumu dürtmeye. En arkadayım, önü göremiyorum. Belki denyo denyo hareketler yapıyor bizim şoför, arkada otururken bilemezsin ki böyle şeyleri.

    O esnada omzumu dürten aksiyeteye dikkat kesiliyorum. Dolmuşlarda “Pardon bi öğrenci uzatır mısınız?”la başlayan sohbetin memleket sormaya kadar varması gibi bu sohbet de ilerleyecek, anlıyorum.

    Otobana çıktığımızda hem otobüsün hem de benim düşüncelerin hızı artıyor: “Çok mu hızlı gidiyoruz, ne? Bi de sanki makas atıyoruz gibi ya? H*ssiktir tıra çok yakın geçtik.”

    Saatimi kontrol ediyorum; henüz bir saat olmamış. Sınır kapısına varmak 6 buçuk saat sürüyor. 5 buçuk saat daha buna katlanmam gerekecek. 

    Düşüncelerimi bölen muavinin sesi oluyor. Servis başlamış. Bana uzattığı sepette tutku ve popkek var. Allahım şu an çok mutluyum; üniversite yıllarıma geri dönüyorum. O yıllarda yaptığım otobüs yolculuklarında heyecanla beklediğim popkek ve neskafe servislerini hatırlıyorum.

    İçlerinde bir sürü şeker, koruyucu ve asla vücudumun ihtiyacı olmayan bilimum içerik var ama yiyeceğim ben bunları. Bir tane tutku alıyorum. Ama bi gözüm de popkekte kalıyor. Muavin durumu fark ediyor. Senelerin tecrübesi tabii, adam anlıyor. “Bir tane de kek alın.” diyerek açtığım servis sehpasına popkeki de koyuyor.

    Şayet şoför ciddi bir denyoluk yapmazsa bu otobüs firması benden 5 yıldız alacak. Yoruma yazmak için beynimin bir köşesine not ediyorum: “Muavin bey çok ilgiliydi.” 

    Çayla bir güzel silip süpürüyorum şeker bombalarını. Her ikisi de küçük boy, o yüzden cephanem hızlı tükeniyor.

    Tam o esnada ışıklar kapanıyor. Bilen bilir, karanlık korkuyu daha fazla tetikler. Bu bilgiyi işleme alalım ve daha çok korkalım, hadi gel. Hafızamın dolaplarını karıştırmaya başlıyorum can havliyle. Üzerinde “İran’a 30 saat otobüsle yolculuk” yazan bir CD’yi alıp takıyorum VCD oynatıcıya. Yaşım yetse kaset de derdim. Ama milenyum çocuğuyum yapacak bir şey yok.

    İran yolculuğu filmi beynimde oynamaya başlıyor. Dış ses açıklama yapıyor o sırada “Bak daha kötü bi otobüstü hatırladın mı? Hiçbir şey yoktu otobüste. Şoförler yola çıkarken viski içmişti torpido gibi bi yerden çıkarıp. O külüstür arabayla virajlara 120’yle girmişlerdi hep. Buna rağmen hiçbir sorun olmamıştı.”

    “Ay acaba çok mu hızlı gidiyoruz” diye bir düşünce bölüyor filmi. 

    “Yav bunlar deneyimli sürücüler, her gün gidip geldikleri yol” diyor bir başkası. 

    Gözlüklü olan lafa giriyor: “Arkadaşlar bu replik size bir yerden tanıdık geliyor mu?”

    Geliyor gözlüklü şirin, gelmez olur mu? Uçağa binerken veya uçak korkum hakkında konuşurken sıklıkla duyduğumuz bir replik bu. “Bunlar deneyimli pilotlar, hep bissürü eğitim meğitim bişiyler alıyolar.”

    Kafamda tanımadığım birileri hararetli hararetli tartışırken şoför kavşağa bir hayli yavaş giriyor bu arada, aferin. Ya belki diğer dönüşleri de yavaş yapıyor ama arkada olduğun için merkezkaç daha bir şey oluyor? Belki yaşananların böyle bilimsel açıklamaları var ama ben yeterince bilim bilmediğim için tam anlayamıyorum? Belki bu tarz bi cehalet mutluluk değil? Bunlar hep olabilir.

    Karşımdaki koltuğa bakıyorum. Evet, karşımda bir koltuk var. Çünkü koltuklar boş olduğu için ben 2+1 otobüsün 2 koltuklu kısmında sırtımı cama dayayıp ayaklarımı uzatarak oturuyorum. O da karşımdaki tekli koltuğa yayılmış oturuyor. 

    “Hızlı gidiyor muyuz sence?” diye soruyorum. Sesimde korkudan çok merak varmış gibi yapıyorum ama yemezler. Gülüyor.

    “Normal gidiyoruz.” diyor. “110 falan belki.”

    “Nerden anladın ki?” diyorum. Çünkü bana uyduruyor gibi geliyor. Nereden bilebilirsin ki böyle bir şeyi? “Soralım mı şoföre?” diyorum daha çok gülüyor.

    Komik bir şey söylemedim uzun adam, seni bu kadar güldüren nedir? Söyle beraber gülelim.

    “Sanki tırlara çok mu yakın geçiyoruz yoksa bana mı öyle geliyor?” 

    “Hayır,” diyor. “Gayet normal geçiyoruz, sana öyle geliyor.” 

    Ben bu görüşe katılmıyorum ama artık susuyorum çünkü sen her şeye gülüyorsun. Deli gibi bir şey oldun başıma. Seviyene inemem şimdi. İnsan etrafındaki en yakın 5 insanın ortalamasıdır derler. Bakıyorum en yakınımdaki 5 insana, ikisi Arap, biri uyuyor, biri sensin, biri yok bile.

    O sırada otobüs yavaşlıyor. Tuna Nehri üzerinde bir köprüdeyiz. Gece olduğu için etraf görünmüyor, sadece köprüde olduğumuzu anlıyorum ışıklardan. Yolda çok fazla tır var ama şoförümüzün iyi gittiğine ikna olduğum için artık bunu dert etmiyorum.

    Daha sonra zaman zaman uyuyarak, arada bir indirdiğim Müge anlı bölümlerini izleyerek, bazen de kitap okuyarak gece 2-3 sularında sınır kapısına geliyoruz. 

    “Valizlerimizi alıp otobüsten iniyoruz, pasaport kontrolünden geçtikten sonra tekrar otobüse geçip Türk tarafına gideceğiz” diye açıklama yapıyor muavin. 

    Eşyalarımızı alıp iniyoruz otobüsten. İçinde elma, muz gibi yiyeceklerin olduğu çantam hala otobüste. Onu almadım, inşallah bir şey kaçırdığımı falan zannedip beni sorguya çekmezler diye düşünüyorum kendi kendime. Çünkü çok uyku sersemiyim abuk sabuk konuşabilirim, garantisi yok.

    Etraf son derece sakin. Bizden başka sınırdan geçen kimse yok. Otobüsteki 15-20 kişi doluşuyoruz pasaport kontrolü sırasına. Pasaport memuruna kimse merhaba demiyor. Ben diyeceğim. Günaydın veya iyi geceler desem daha mı iyi olur? Emin olamıyorum. Sırada beklediğimiz sürece hep bunu düşünüyorum.

    Bizim sıramız yaklaşınca bir bilgilendirme de yapmayı ihmal etmiyorum. “Kimse adama merhaba demedi. Ben dicem, istersen sen de söyle.” Teşekkürler kendim. Bu bilgilendirmeyi yapmasan neler olurdu bir düşünsene? İyi ki yaptın. 

    Önümdeki Arap olduklarını düşündüğüm (çünkü Arapça konuşuyorlar) kadın ve adamın pasaportunda bir sorun çıktığı için işlem uzadıkça uzuyor. Pasaport memuru en sonunda bu ikiliye “kenara geçin” diyor. 

    Ardından sıra bana geliyor. Camekana yaklaşıp “Hello, good morning” diyorum. Çünkü sabahın üçünde günaydın denir diye karar vermişim. “Hello” diyip gülümsüyor memur. Mission completed çok şükür. Alnımızın akıyla çıktık bu işten de.

    Hepimiz kontrolden geçip otobüse biniyoruz, sadece Araplar kalıyor. Bir süre bekledikten sonra onlar da aramıza katılıyor ve Türkiye kapısına ilerliyoruz. Başlarına ne geldi? Arapça bilmediğim için hiçbir şey anlamadım. Acaba öğrensem mi? Böyle durumlarda işime yarayabilir. 

    “Ya saçmalama artık yaaa her dili öğrenemeyiz.” diyor biri.

    “Yoo, öğreniriz, işine bak bilader.” diyor öbürü.

    Susun şimdi pasaport kontrolünden geçip memlekete giriş yapacağız, şşş.

    Türkiye tarafındaki pasaport kontrolünde verdiğim hiçbir selamın karşılığını alamıyorum. Üstelik aynı dili konuşmamıza rağmen… Ne bir gülümseme, ne bir merhaba, ne bir günaydın, ne bir iyi geceler. Tünaydına bile razıyım ama o bile yok. “Lan bir şey söyleyin olum dilinizi mi yuttunuz?” diyecek oluyorum, vazgeçiyorum.

    Biraz memleketin haline üzülüyorum ister istemez. Bekleme salonunda gördüğüm kedi “Heh, Türkiye’ye geldik” dedirtince hafiften bir neşem geliyor. Kediyi sevmek istiyorum ama sabahın körü, hayvan uyuyor. Onu da mutsuz etmeyelim şimdi durduk yere, zaten herkes çok gergin.

    Yolculuğun kalan kısmını uyuyarak ve yemek molasında çorba içerek geçiriyorum. Aslında pek acıkmadım ama dinlenme tesisinde çorba içmek adettendir. İçine beyaz ekmek doğranmış bi mercü yuvarlamadan bu yolculuk bitemez.

    İstanbul Esenler Otogarı’na vardığımızda saatlerimiz 6 civarını gösteriyor. Metroya giderken değişen akbil yükleme makinelerini fark ediyorum. Ne kadar da yepisyeni olmuşlar, vay canına. 

    Üç ayda Türkiye’de çok şey değişiyor. Mesela geçen üç aylık yokluğumda da 14₺ olarak bıraktığım limon döndüğümde 99₺ olmuştu. Üstelik ben bıraktığımda mevsimi değildi, döndüğümde mevsimiydi. 

    Türkiye sürprizlerle dolu bir ülke ve bu konuda bayrağı kimseye bırakmıyor.

    Hollanda’da altı ayda pek oynamayan market fiyatlarını düşünüyorum. İşte o an bizi neden kıskanıyor olduklarını da daha iyi anlıyorum. 

    Tekdüze bir hayatı kim ister? Düşünsenize limon hep 14₺…

    Sürprizler olmadan, hesabınızı bilip, yarınınız için endişelenmeden sakin sakin yaşarsınız. Ay hayal etmesi bile bi tuhaf.

    Tövbeler olsun, gevur gevur işler.

    Çok şükür memleketimize geldik de bunlardan kurtulduk.

    Artık her türlü sürprizin bizi beklediği nadide coğrafyamızın, henüz maden sahaları ya da çılgın projelerle tahrip edilmemiş jennet köşelerinin tadını çıkarabiliriz.

    Vakit bereketli topraklarımızdan fışkıran, Avrupa’ya satılamadığı için bize kalan leziz domateslerle menemen yapma vaktidir.

    Şimdi, beş ay sonraya verilen randevuları beklememize gerek kalmadan, şehirlerimizin dışında kurulan kocaman şehir hastanelerimizde hop diye acilden giriş yapıp ücretsiz muayene olabiliriz.

    Allahım sana bin şükür. Ya Hollanda’da yaşıyor olsaydık?

    Irmağının akışına ölürüm Türküyem.

    Ya habibi sen de come to turkey <3

    Not: Bu yazıyı yayınladığımda limonun kilosu 160₺ idi. Teşekkürler.

  • günde iki öğün

    günde iki öğün

    “Aslında günde iki öğün yemek en iyisi,” dedi.

    “Öyle mi?” diye sordum. Bilmiyordum günde kaç öğün yemek daha iyisi. Herkes bir şey söylüyor. Herkesin bir şey söylediği bir dünyada günde kaç öğün yemenin daha iyi olduğunu bilmek imkansızdır. Bazıları günlerce bir şey yememenin daha iyi olduğunu söylüyor mesela, kime güveneceğiz? 

    Spesifik saat aralıkları verenler de var. Instagram’da göbeğin belli bölgelerinde biriken yağ görsellerinin yanında bir saat görseliyle belirtilen spesifik aç kalma zamanlarını görmüşsünüzdür belki siz de. Özetle şuna benzer bir sonuç çıkıyor bu görselden: Ayva göbeğin varsa akşam 8 sabah 12 arası bir şey yemeyeceksin, yanların varsa akşam 6 sabah 4 arası aç kalacaksın falan filan. Peki şey, yağlarımızın bundan haberi var mı?

    Hangisi daha iyi? Ne bileyim ulan ben?  

    Ama şu an gerçekten konumuz bu mu Sümeyye abla? Şu an gerçekten günde kaç kez yemek yemenin daha iyi olduğunu mu konuşalım? Etraf bok kokuyor farkında mısın? Üstelik konuyu değiştirerek varlığından kaçılacak gibi de değil. Nereye dönsem keskin bok kokusuyla karşılaşıyorum. Gözlerimizi bu gerçeğe kapatıp öğün konuşamayız.

    Düşündüğüm tek şey aç olduğum ve kusmak istemiyorsam nefes almamam gerektiği. Ya da ağzımdan nefes alacağım ama bu sefer de bok kokusunun ağzımdan ciğerlerime gireceği düşüncesiyle mücadele edemiyorum.

    Köpek barınaklarındaki bok kokusuna ne yazık ki henüz bir çözüm bulunamadı. Barınak son derece temiz bu arada. Ellerinden geldiğince temizlik yapıyorlar, her gittiğimde görüyorum ama bu koku izi silinemeyen nadide bir şey. Pet şişelerin doğada 500 yıl yok olmaması gibi koku da bok temizlendikten sonra bile aylarca orada kalmaya devam ediyor. 

    Kedi bokunun da öyle bir etkisi vardır, bilirsiniz. Ama köpeğinkilere göre daha keskin ve asidik bir kokudur. Duyunca “üf buraya kedi sıçmış” der geçersiniz. Köpek bokunaysa tahammül etmesi çok zordur; bazı şeyler öyle kolay geçilmez.

    Sabahın köründe bizi buraya diken şey ise, bayrağı akapeden henüz devralan cehapeli belediyemizin, barınakta kedi kısırlaştırma hizmeti de vermeye başlaması. Daha önce bu hizmeti vermeyen akape belediyesi yüzünden kendi imkanlarımla kısırlaştırmak zorunda kaldığım kediler için yaptığım harcamaları düşününce bok kokusu birden katlanılabilir hale geliyor. Öğürmeye hala engel olamıyorum ama buna değeceğini de biliyorum içten içe.

    Kedimizi teslim etmek için güleryüzlü, tatlı mı tatlı veteriner hekimimizin doldurmamız gereken formu getirmesini bekliyoruz kapının önünde. Sabah 9 suları. Sessizliği bozan ben oluyorum.

    “Ah,” diyorum. “Koku çok keskin, burada çalışanlara allah kolaylık versin alışmak çok zor.”

    “Evet,” diye onaylıyor komşumuz Sümeyye abla. 

    Sokaktaki kedilere onlar da bakıyor. O yüzden yardımcı olmak için benimle gelmek istedi o da. Ne gibi bir yardımı olacak ne o, ne de ben bilmiyoruz ama yine de yangına su taşıyan karınca hikayesini düşünerek hoş karşılıyorum bu talebi. Niyeti çok iyi. 

    Fakat kedilere süt ve salçalı makarna verip bağırsak sorunlarını tetikleyip bana masraf çıkarmasanız daha iyi olacak Sümeyye abla, bunu da eklemek isterim. Ayrıca kedilere sabah ve akşam 2 kez mama versen yeter. Saat başı mama kaplarını doldurmana gerek yok, bunu beş yüz kere konuştuk ne olur artık anla.

    “Çok fena kokuyor. Çok da temiz halbuki.” diye devam ediyor.

    “Bu koku,” diyorum “Gittiğim bütün köpek barınaklarında vardı. Temiz olmasına rağmen hepsi böyle kokuyor, yapacak bir şey yok.”

    “Ya öyle mi?” diye soruyor.

    “Evet,” diyorum kısaca. Konuşacak takatim kalmadı gerçekten. Şimdi biraz susmamız lazım çünkü her konuşmada ağzımıza koku partikülleri halinde birkaç miligram bok giriyor olmalı.

    “Kahvaltı yapmış mıydın bari?” diye devam ediyor yeni bir soruyla.

    “Yok yapmamıştım daha.”

    “Ha, geç mi yiyorsun?” Sümeyye abla bir yere varacak ama du bakalım.

    “Genelde uyanınca iştahım pek olmuyor. Öğlene doğru yiyorum.” diye açıklıyorum.

    “Bizde hep alışkanlık olmuş. Aile sabah kalkınca hemen kahvaltı hazırladığı için onlardan alışkanlık ben de kalktığım gibi yiyorum.” diyor.

    Sümeyye ablanın dudaklarından dökülen bu kelimeler bok kokusuyla birleşip beni anlık bir şoka uğratıyor. Lan Sümeyye abla biz komşuyuz? Ben de İngiliz kraliyet ailesinde büyümedim hoş. Benim ailem de sabah uyandığı gibi çayı demleyen, patatesi kızartan bir aileydi. Ömrümün yarısı daha acıktım mı acıkmadım mı onu bile sorgulamadan kahvaltıya oturmakla geçti. Sen ne anlatıyorsun? Bizi de lordlar kamarası büyütmedi. 

    Ama ben ailemden bağımsız bir yaşam formu olduğum için zamanla “canım şimdi kahvaltı yapmak istemiyor ya” demeyi ve ardından canım ne zaman isterse o zaman kahvaltı yapmayı alışkanlık edindim. Alışkanlıklar değişebilir be Sümeyye abla. 

    Aslında sen de bağımsız bir yaşam formusun. Sadece kendine inanman lazım. Sen de istersen yeni bir alışkanlık edinebilirsin. Senin kahvaltın, senin kararın, anlatabiliyor muyum?

    “Sonra?” diye sordu. “Ne zaman yemek yiyorsun?”

    “Bilmem, öyle kesin bi saat yok. Akşama doğru acıkınca yiyorum.” dedim.

    “Aslında günde iki öğün yemek en iyisi,” dedi.

  • eliminasyon diyeti vs 250 euro

    eliminasyon diyeti vs 250 euro

    Bu aralar beslenmemde bazı değişiklikler yapıyorum çünkü “gluteni ve süt ürünlerini kesip 3 ay sonra yeniden tahlil yapalım” dedi doktor. Doktorun söyledikleri önemli. Doktor benim bilmediğim bir şeyler biliyor. O yüzden o doktor; ben değilim.

    Gluteni kesmeye kadar varan serüvenimi daha sağlıklı olmak için atılan bazı adımlar şeklinde özetleyebiliriz. İnsan canı sıkılınca burnunu karıştırırmış ya, işte o hesap.

    Bir hormon, normal olduğu söylenen değerin biraz üstünde çıkmış. Bizim kahramanımız da (ben), o normal değeri kimin neye göre belirlediğini sorgulamadan, sağlık anksiyetesi ile doktoru darlamış. Doktor da “gluteni kesip tekrar bakalım” demiş. Daha da özetle; kedi götünü görüp yara sanmış ve olaylar gelişmiş.

    Aya çıkan insanlık, 21. yüzyılda bu evrede sıkışıp kaldı ne yazık ki. Tek derdimiz gluten ve biraz da rafine şeker. Zorlasak başka düşmanlar da bulabiliriz ama şimdilik hava kirliliği, teknolojik toksisite, doğadan uzaklaşma, modern kölelik ve tüm bunların sebep olduğu psikolojik ve dolayısıyla fiziksel çöküş gibi gerçeklere gözümüzü kapatıp glutenle yola devam etme konusunda fikir birliğine vardık. En azından sosyal medyada durum bu şekilde.

    Instagram gerçekten enteresan bir yer. Orada, insanları her şeye ikna edebilir, her türlü şeyi yedirebilir ve yaptırabilirsiniz. Tam tersi de pek tabii mümkün.

    Elimizde tuttuğumuz kutunun içindeki bir karede, bir gün birilerinin bir şeyleri yemeyi bıraktığını görüyoruz ve 21 gün sonra ciltleri ışıldıyor, selülitleri gidiyor, karınları düzleşiyor, daha mutlu oluyorlar, boyları uzuyor falan gibi mucizevi değişimler yaşanıyor.

    “Acaba ben de gluteni kessem benim de cildim güzelleşir mi?” diye düşünüyoruz biz de haliyle. Kendi içinde tutarlı bir merak ve haklı bir denklem. Çünkü onlar için geçerli olan, bizim için de olmalı. Öyle değil mi?

    Tabii bu denklemi kurmak için söz konusu insanların neredeyse %90’ının bizimle aynı hayat dertlerini paylaşmadığı, benzer psikolojilerde olmadığı, muhtemelen aynı şeyleri yemediği, aynı koşullarda çalışmadığı gibi gerçekleri sıfır almamız gerekiyor. Bu gerçekleri sıfır aldıktan sonra işimiz kolay. Yalnız gözden kaçırdığımız ufak bir ayrıntı daha var.

    Ortada güzel olmadığı düşünülen bir cildin varlığı şart. Yani güzel olduğunu düşündüğünüz bir cilt ile bu mucizelere erişmeniz mümkün değil. Fakat üzülmeyin, bunu yine sosyal medyada gördükleriniz sayesinde evde kendiniz yapabilirsiniz. Ardından o cildi güzelleştirmek için gluteni keseceğiz ve sorunu ortadan kaldıracağız. Herkes okey mi? Süper!

    Evet, doktor “gluteni keselim ve üç ay sonra tekrar test yapalım” dedi. Vücudun alerjik tepki verdiği bir şey var ve bunu bulmamız lazım. Bunu bulmak için de bazı şeyleri yemeyi bırakıp testleri tekrarlamamız gerekiyor. Başlangıç için alerji yaptığı bilinen glutenden başlıyoruz.

    Neyse ki günümüz bilimi, insanlık için bu uzun yola alternatif olarak bir başka seçenek daha sunuyor. Aylar süren bu deneyin sonunda alacağınız cevabı sadece 24 saat içinde veren bir seçenek daha var: 250 Euro’luk bir test.

    “Süt ürünleri zaten tüketmiyorum, gluteni kesip bir deneyeyim o zaman” dedim doktora bu testin fiyatını duyunca. Zaten yakın zamanda şekeri ve sigarayı da kesmiştim. Gluteni de kesebilirim diye düşündüm. Bu sabah da kahveyi mi kessem acaba diye uyandım mesela. Çünkü artık biliyorum ki istersem onu da kesebilirim. İnsan bir kere başlayınca kendini durduramıyor; aynı dövme yaptırmak gibi.

    Eliminasyon diyeti denen şey buna benziyor galiba. Önce alerjen olabilecek şeyleri kesiyorsun. Sonra vücudunu takip edip iyi gelmediğini düşündüğün şeyleri kesiyorsun. İlginç bir olay. Benim zihnimdeki eleme turunu bu sabah kahve geçemedi mesela. Şimdi konumuz kahve değil ama ışıldayan bir cilt için onun da zamanı gelecek.

    Tabii bu kesişlerin bir anlamı olmalı. 3 ay sonra hiçbir şey değişmemişse, kendimize kesecek yeni kurbanlar aramamız gerekecek ve sorunun kaynağını bulana kadar kurban vermeye devam edeceğiz.

    Oysa 250 Euro’luk test, sana neye alerjin olduğunu 24 saat sonra söylüyor. Üstelik bu testi, daha fazla gıdayı kapsayacak şekilde de yapabiliyorsun. Birkaç yüz Euro’cuk farkla her şey mümkün.

    İnsan hepi topu 80 yıl yaşayacağı ömrünün kaç üç ayını eleyerek geçirebilir ki? Mesela benim yeşil bibere alerjim varsa, ona sıra gelene kadar kestiğim simitler ve poğaçalar benden hesap sormayacak mı? Ben neden yeşil biber alerjimi bulmak için üç ay çilek yemeden durayım? Keseceğim besinleri mevsimsel periyotlara bölmenin matematiğiyle kaç günümü harcayabilirim? Beni kontrol manyağı yapan bu düzen psikolojimi düzeltmek için de elimden tutacak mı? Bir gün karpuz yemeyi de bırakmam gerekecek mi?

    Sorulacak çok fazla soru var ve cevapları bulmak pek kolay değil. İşte o yüzden herkesin kenarında bir 250 Euro’su olmalı mutlaka.

    Kendinize 250 Euro bulun ve hayatınızı “kolaylaştırmak” için bu testi yapın. Sizin olmasa bile kesmeniz gereken gıdalara alternatifler ararken zengin edeceğiniz sektörlerin buna ihtiyacı var.

    Mutsuz değilsiniz, sadece burnunuzu yeterince karıştırmıyorsunuz.

    250 Euro sizi mutlu edebilir ve ışıldayan cildinizle bu mutluluğun tadını çıkarabilirsiniz.

  • bazen sadece mobilya almak istersin

    bazen sadece mobilya almak istersin

    “Gel,” dedim adını daha önce hiç duymadığım yerel bir mobilya mağazasının kapısını göstererek. “Şuraya girelim, sebebi yok, öylesine bakarız işte.”

    Evet, o dükkana girmemizin bir sebebi yoktu ama mobilyacılar çarşısında olmamızın bir nedeni vardı: Komodin ve şifonyer bakmak. Bakmak diyorum çünkü henüz alıp almayacağımıza karar vermemiştik. Buraya gelmemizin sebebi ise kartondan mobilya üretiminde çığır açan Ikea’dan almayı düşündüğümüz komodin ve şifonyerlere yerli ve milli karton harici bir alternatif olup olmadığına bakmak istememdi.

    “Fiyatlar çok uçuktur, sana söylüyorum.” demişti.

    “Olabilir,” demiştim. “Yine de bakmak istiyorum.”

    Bunu söylerken aklımın bir köşesinde “Ne kadar uçuk olabilir ki?” diye yeşeren bir düşünce vardı. “Çünkü Ikea’dakiler de çok ucuz değil. Onun iki katı kadar olacak hali yok. Arada olsa olsa üç beş lira fark vardır. Kaliteli ve güzel bir şey bulursak buradan alırız belki.” diye devam ediyordu bu düşünce.

    Her ikimiz de bugüne kadar bir mağazaya girip mobilya bakmamıştık. Ama o, gerçek hayat varsayımları konusunda benden daha tecrübeliydi. Aramızda mobilyaların üç aşağı beş yukarı ne kadar fiyata satıldığını tahmin edebilecek biri varsa, o kesinlikle ben değildim; o’ydu.

    Bu eve yerleştiğimizde evde hali hazırda var olan, yıllar öncesinden kalma mevcut komodinlerimize üç çorap fazla koyabilmek için verdiğimiz mücadelede komodinler galip gelmişti; yapamamıştık. Yine de bir süre inat etmiştim. Fakat artık donlarımızın çekmecelerden fışkırdığı, çoraplarımızın çekmecelere sığmadığı noktada vazgeçmiştim bu inattan. “Tamam,” demiştim “yeni bir komodin almanın zamanı geldi. Bu işkenceye değmez.” Şifonyer için de aynı şey geçerliydi. Aynı yeri kaplayıp daha fazla eşyamıza kucak açacak bir şifonyer mümkündü. İkimiz de iki komodin ve bir şifonyerin hayatımızı nasıl daha kaliteli hale getirebileceğini düşünerek hayallere dalıyorduk sık sık. Baş ucumuzdaki komodinlere yerleştireceğimiz çorapların ve donların hayalini kurarak kaç uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Neredeyse her gün 6 çekmeceli bir şifonyerimiz olsa hayatımızda nelerin değişeceğini konuşur olmuştuk. “Ben,” diyordum “şu çekmeceye spor kıyafetlerimi koyacağım.” “Ben de,” diyordu “buraya pijamalarımı koyarım.”

    Bu vesileyle ilk iş olarak Ikea’ya bakmaya karar verdik. Ikea kaliteli sayılmazdı ama satın alma ve montaj konusunda oldukça pratik bir seçenekti. Ayrıca, taşınmamız ya da mobilyaları satmamız gerekirse kolayca satabilirdik. Her şey planlandığı gibi ilerliyordu. Ta ki, ben Ikea’da gördüğüm fiyatların karton ürünler için son derece pahalı olduğunu düşünene kadar. İşte o noktada, ortalama bir beyaz yakalının yakasını bir türlü bırakmayan “Daha uygun fiyatlı, kaliteli bir alternatif olabilir mi acaba?” girdabına da girmiş oldum.

    Buraya da bu yüzden gelmiştik. Daha uygun fiyatlı, kaliteli bir alternatif avındaydık. Yalnız bir sorun vardı. Tüm vitrinlerde aynı koltukları ve bohem dekorasyonları görmek bizi fazlasıyla yormuştu. Hangi mağazadan ne beklememiz gerektiği konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Daha doğrusu, her mağaza vitrininde aynı konseptler yer aldığı için, aradığımız şeyleri nerede bulabileceğimizi anlayamıyorduk.

    O esnada işimizi kolaylaştıracak tek şeyin mobilyacılar çarşısının girişine dev bir ekran koymaları olduğuna kanaat getirdim. Yalnız sadece ekranla olmazdı, bize bir de yazılım gerekti. Aradığımız ürünleri filtreleyebileceğimiz bir arayüz sayesinde hangi mağazaya gitmemiz gerektiğini böylece bulabilirdik. Örneğin ekrandan “Şifonyer” seçimi yapabilir, şifonyer satan mağazaların ürünlerini görebilir, tasarımı en çok hoşumuza giden dükkanın üstüne tıklayabilirdik. Bu aşamada dev ekran bize mağazanın konumunu gösterirdi ve biz de aradığımızı bulabileceğimize emin olduğumuz bu mağazaya girebilirdik. Diğer türlüsü çok zordu. Vitrinde gördüklerimiz içeride ne bulacağımıza dair hiçbir fikir vermediği gibi vitrinler ayrıştırıcı bir unsur da barındırmıyordu.

    İşte tam olarak bu sebepten adını bile bilmediğim bu mağazaya girmeyi teklif ettim. Çünkü buna girmezsek hiçbirine girmeyecektik. Sağanak yağmurda asfalta dökülen yağmur suları gibi her mağazanın önünden hızla akıp geçiyorduk.

    Teklifimi kırmadı ve mağazanın cam kapısından içeri girdik. Girişte, kapının her iki yanında farklı salon düzenleri bulunuyordu. Sol taraftaki son derece çirkin salon tasarımının berjerini gözüme kestirdim ve ani bir kararla berjere oturdum. “Rahatmış,” dedim. O da oturdu. “Evet, rahat.” diyerek beni onayladı.

    İkinci salonlara geçtiğimizde içimde bastıramadığım bir berjere oturma aşkı yükselmeye başlamıştı. Önce sağdaki, sonra soldaki berjere oturdum. Mağazaya gireli henüz bir dakika bile olmamıştı ama ben şimdiden üç berjere oturmuştum bile. Üçüncü salonlara geçtik ve bir sallanan peluş berjer, bir dönen peluş berjer olmak üzere iki berjere daha oturdum. O ise benim berjerlere oturmamı hayretle karşılıyor ama hiç bozuntuya vermiyordu. Sanki zaten kapının önünde içeri girip berjerlere oturmayı konuşmuşuz, buraya bu amaçla gelmişiz ve şu an her şey plana sadık ilerliyormuş gibi bir hali vardı.

    Yolumun üzerindeki bütün berjerlere oturduktan sonra, mağazanın son salonuna geldiğimizde O’nu gördüm. “Gel,” diyordu. “Otur üzerime. Bak ne kadar rahatım. Az önce oturduğun bütün berjerleri unut. Hayatında hiç böyle rahat berjere oturmamışsındır.” Gözlerinden kalpler çıkaran hipnotize olmuş bir çizgi film kahramanı gibi berjere yöneldim. Beynimin içinde “Hayır, sakın, buraya bunun için gelmedik.” diyen biri bile yoktu. Bedenim ve ruhum berjere teslim olmuştu. Tenim nar çiçeği rengindeki o yumuşak kumaşına temas ettiğinde “Bunu,” dedim “İstiyorum.”

    O da berjerin karşısında duran köşe koltuk takımına oturmuştu. “Bu da çok rahatmış,” dedi. Köşe takımını şöyle bir inceledim. “Evet,” dedim “Bu da çok güzele benziyor.” İkimiz de büyülenmiş gibiydik. Fiyat sormanın zamanı gelmişti ama şu an bu büyüyü bozmak istemiyordum.

    Berjerle bütünleşen bedenimi güç bela ayırıp koltuğa oturdum. O sırada satıcı da bize koltuk takımının ayak koyma yerinin istediğimiz yere adapte edilebileceğini anlatıyordu. Çok umrumda değildi ama yine de usulen sordum. “Yatak olabiliyor mu?” Onayladı ve sırt dayama kısımlarını açarak yatak genişliğini gösterdi. İçimden bir ses “Hadi,” diyordu “Fiyatını sor artık.”

    “Evde,” dedim “Kedi var.” İçimdeki sesi dinlememe konusunda kararlıydım. “Kedi için dayanıklı bir kumaşla kaplayabilir miyiz?” Satıcı her şeye hazırlıklıydı. “Hallederiz,” diyerek pet dostu kumaş kartelasını gösterdi. Pet dostu kumaş. İlk defa duyuyordum. Şimdi berjerin güzelliğine, koltuğun rahatlığına bir de karteladaki kumaşların yumuşaklığı eklenmişti. Renk seçimi yapma bahanesiyle parmaklarımı kartelanın üzerinde bir süre gezdirdim. Sanki bu koltuğu ve berjeri alsak tüm hayatımız düzene girecek gibiydi. Şifonyeri ve komodinleri çoktan unutmuştuk.

    Ve o an geldi. “Peki,” dedim büyük insan tavrı takınarak “Fiyatı nedir?”

    “Koltuk 59, berjer 15 ama nakitte de kartta da yardımcı olurum, bir şeyler yaparız.” diye cevap verdi satıcı.

    İçimdeki muhasebeci “Koltuk 59, berjer 15, toplam 74, yardımcı olsa ne kadar yardımcı olacak acaba? Yüzde 20 desek…” diye hesap makinesini çıkaracakken zihnimin hesaplama merkezinin kapısı sertçe açıldı. Bir devrim muhafızı hararetle odaya daldı ve konuşmaya başladı: “Olmaz,” dedi. “Alamayız, memleket çok kötü halde, her şey boykot.” Haklıydı ama berjerin tutuşturduğu aşk ateşi öyle kolayca söneceğe benzemiyordu. Hemen olağanüstü hal ilan edildi.

    Eyvah, ne yapacağız şimdi? Adama sorsam mı acaba siz kimlerdensiniz diye. Boykot bi yerdenseniz sizden alamam beyfendi, nasıl yapsak? Koltuğu şimdi verseniz ama ben parayı boykot bitince versem? Yok o olmaz. Şey yapalım, ben bunu çalayım gece, siz görmeyin, sonra aramızda hallederiz. Hem hırsızlık falan anarşik de bi durum. Ay ama ben çalmayı falan hiç bilemem, hep gülerim. Zaten bunları koyacak kadar büyük kutum da yok. Benim ayaklarım 38 numara. Fakat bu koltuğu da çok beğendim ve ihtiyacımız da var. Salondaki koltuğumuzu beş yıl önce ikinci el almıştık zaten. Yeni bir şey almıyoruz yıllardır. Bence olur gibi. Yani sonuçta ben yıllardır diyetimi ödemişim sıfır bir ürün almayarak, öyle değil mi? Bu koltuğun 70’te biri fiyatına almıştık şu an evde kullandığımız koltuğu bu arada.Bir dakika nasıl yani? 70’te biri fiyatına mı? Beş yılda bu kadar fiyat farkı normal mi ya? Yalnız 70 de çok. Yardımcı olacağım dedi ama ne kadar olacak ki? Zaten önce bizim evdeki koltuğu satmamız lazım. Ama onu da ne kadara satacağız ki? Olsa olsa beş bine satsak mesela. Dur bir siteye baka… oha! bu koltuk nasıl 30 bin lira olabilir ya şaka mı yapıyorsunuz? İkinci elleri ne kadara satılıyor ona da bir bakalım. Heh, şu sitede hepsi ikinci el. Yuh ama siz gerçekten azıtmışsınız. İkinci ellerini de koymuşlar 25 bine. Yav kardeşim sizin yüzünüzden ikinci el kültürü yerleşmiyor ülkede. Bi insan sıfırına 30 bin verebilecekken neden 25 bine ikinci elini alsın? Biraz insaf ya. Neyse ben bizimkini 15’e koyarım. O satılırsa yeni koltuğun bi kısmını hallederiz. Bir kısmına da indirim yapsa 50 bine falan alınır belki bu ikisi. Benim iki maaşıma dokunmasak borçsuz alırız. Tamam ya olacak gibi. Kırlentileri de o hediye eder. Eder mi? Ay ama boykot ya, onu unuttuk yine. Kim ki acaba bu dükkanın sahibi? Ulan kırk yılda bir heves ettim yeni mobilya almaya onu da boğazımıza dizdiniz ya allah sizi bildiği gibi yapsın diyorum başka da bir şey demiyorum.

    “Tamam,” dedim boğazım düğümlenerek. “Biz düşünelim.” Sanki hiç düşünmemişim gibi… İşte hayat böyledir; bazen sadece mobilya almak istersin ama onun yerine hayatı sorgularsın. Nar çiçeği berjere son bir kez bakıp veda ederken gözümden bir damla yaş damladı. “Boykot var güzelim, seni şimdi alamam…” dedim içimden.

    Mağazadan çıktık.

    Bayramlık alışverişinde parası denkleşmeyen bir çocuğun üzgün ama yine de gururlu bakışlarıyla “Sence,” dedim “Biz o koltukla berjeri alsaydık, kırlentleri hediye ederler miydi?”

    “Ederlerdi tabii,” dedi. “Ederlerdi.”

    Gülümsedim.

    Ederlermiş.

  • yazar olmak istiyorsan yazman lazım, biliyorsun di mi?

    yazar olmak istiyorsan yazman lazım, biliyorsun di mi?

    Tam olarak ne zaman oldu bilmiyorum ama erteleme hastalığına yakalandım. Öyle basit bir hastalık da değil bu; ince hastalık, ağır geçiriyorum. İnsan bir şeyleri erteler de, hayallerini ertelemez çünkü. Bir annemi dinlemeyip çıplak ayakla yerlere bastığımda geçirdiğim o ilk sistit canımı bu kadar yakmıştı, bir de bu. Ki diğerinin ilacı var; geçiyor. Bunun acısını varın siz düşünün.

    Şimdi tekrar düşünüyorum da insanın erteleyebileceği bazı şeyler olabilir hayatta. Misal tatile gitmeyi ertelersin. Bir işin çıkar ve bir sonraki ay kesin gideceğinin altını çizerek planlarını değiştirirsin. Biriyle buluşacaksan, özür diler ertelersin: “Başka zaman yaparız canım, bugün gelemiyorum” falan.

    Ama insan hayallerini ertelemez, bak. Erteliyorsa, orada bir iş var demektir. Hayalin Hindistan’a gitmekse örneğin, bir bilet alırsın. Baktığında iki dakikalık iş. Hayallerini süsleyen ülke senden vize istiyorsa, o zaman işin biraz daha zor kabul. Ama hala imkansız değil. Hayalin şarkıcı olmaksa, şarkı söylersin ya da bulaşık yıkarken mırıldanırsın en azından. Hayalin yazar olmaksa, bir şeyler yazarsın. Gün gelir “Aa ne güzel yazmış” derler.

    Peki bunları yapmıyorsan? O zaman ne derler? Delirmiş diyebilirler, göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimal. 

    Bak şimdi söyleyeceklerimi not al. Bir sonraki sefer hayallerini gerçekleştirmek için neden adım atmadığını düşündüğünde işine yarayacaklar. Bence.

    Hayaller, insanı bir rotada tutar çünkü; “bir şeyleri yapma” rotasında. Bir Hindistan bileti almak başlı başına sorumluluk ister. Bir eylemdir. O bileti aldığında, o hiç bilmediğin, görmediğin Hindistan’a gitmen gerekir. Peki ya sonra? Aldın bileti ve gittin Hindistan’a, sonra ne olacak?

    Belki de hiç beğenmeyeceksin, bunca zaman hayalini kurduğum şey bu muymuş diye düşünüp hayal kırıklığına uğrayacaksın. Belki binbir türlü iş gelecek başına o yolculukta. Zaten sana söylememişler miydi? “Hindistan pis memleket, hasta olursun, başına bir iş gelir, ne işin var Allah’ın Hindistan’ında?” Haklılarmış bak.

    Verdiğin kararın sorumluluğunu taşımaktansa onun yerine sabahtan akşama kadar hayalini kafanda döndürmek, dost meclislerinde bu hayali insanlara anlatmak daha konforlu değil mi? Risk yok, tasa yok, sorumluluk yok, hepatit B yok.

    Bir başka işlevi daha var hayallerin. Hayal kurmakla geçen süre arttıkça hayali gerçekleştirmeyi de o kadar erteliyorsun. Böylece ne oluyor? Korktuğun başına gelmiyor tabii, ne olacak?

    Benim hayalim yazar olmak. Bu hayali gerçekleştirmek için herhangi bir engelim yok gibi geliyor olabilir sana. Ama var. Bak anlatıyorum, dinle; bu zihni susturmak gibi müthiş bir engelim var önümde. O zihin susmuyor bir türlü. Hayallerimi gerçekleştirmek için atacağım adımın rezillik ile sonuçlanacağı konusunda ısrarcı.

    “Sen” diyor, “Ne yazabileceksin ki ya?” Devam ediyor sesini bir perde yükselterek. “Onca insan var, müthiş kitaplar yazıyorlar. Bir tanesinin filmleri çekildi, Hollywood peşinden koşuyor, sen kimsin de başımıza hikaye yazacakmış, roman yazacakmış, yetmeyecekmiş şiirler yazacakmış, bilmem ne? Kimsin ki sen?”

    Sonra ses beklemediğim bir şey yapıyor ve şöyle devam ediyor: “Bak kızım tamam çok güzel yazmışsın etmiştin ama önce altın bileziğin olsun, sen bunu yine hobi olarak yap” Ha, anlaşıldı. Seslerin kaynağını aramaya gerek kalmadı. Tamam tamam.

    Hakikatten kimim ben? Ne zannediyorum ki ben kendimi? Hadi hepsini geçtim onca insan varken neden ben?

    Tam bu soruların olmayan cevapları arasında kaybolup vazgeçecekken cılız bir ses lafa giriyor. “Şey, bunlara cevap bulmak için önce yazsan mı acaba?” 

    Hay aklınla bin yaşa! Harika kitaplar yazan onca insan bu soruların cevabını bir şekilde bulmuş olmalı. Ve şimdi bu kitapları yazabildiklerine göre yazmadan bulunmuyor olsa gerek cevaplar.

    İşte benim de, aslında bugün yazmam gerekmiyor ama bir şeyler yazmasam hiç yazamamaktan korkuyorum.

    Hem hangi sonuca ulaşmak istiyoruz? Başarı sadece Hollywood yönetmenlerinin kitaplarının peşine düşmesi mi? Mesela henüz 15 yaşındayken yazmaya başladığın yarım kalmış bir kitabı sonunda tamamladığında da bunu başarı kabul etsek olmaz mı? Yapabiliriz sanki bunu, bir düşün.

    Çünkü hiç yürümediğin yola yürümenin nasıl bir his olduğunu, o yolda yürümeden bilemezsin. Yolun ne kadar yorucu olacağını da bilmenin tek yolu yine o yolda yürümektir. Belki bugün değil ama bir gün koşmanın anahtarı olduğu gibi.

  • bu sefer pembe kalemle yazdık, işe yaramalı

    bu sefer pembe kalemle yazdık, işe yaramalı

    Birkaç gündür çişimi rahatça yapamıyor olmanın verdiği huzursuzlukla arabadan iniyorum. Bacaklarımın arasında zaman zaman hissettiğim yanma mı canımı daha çok sıkıyor yoksa bir türlü doğruluğundan emin olamadığım devamlı çişim varmış hissi mi bilmiyorum. Neyse ki bu soruna bugün bir nokta koyacağız.

    Arabanın anahtarını cebime atmak istiyorum ama cebime birkaç gün önce sarhoşken tıkıştırdığım kağıt paralar ve peçeteler buna engel oluyor. Anahtarı diğer elime alıp bir önceki elimle cebimi tekrar yokluyorum. Amacım paraları peçetelerden ayırıp istenmeyen bir nakdi kaybın önüne geçmek. Tam o an üçüncü bir ele hiç olmadığı kadar ihtiyacım oluyor. Böylece biriyle anahtarı, diğeriyle paraları, öbürüyle de peçeteleri tutabilirdim.

    Bu saçma düşüncelerle kapıya kadar ilerliyorum. Kapıda pembe kalemle A4 üzerine yazılmış bir not var. “ALLAH RIZASI İÇİN KAPIYI KAPATIN”.

    Allah allah.

    Hemen ikna oluyorum ve içeri girdikten sonra kapıyı arkamdan kapatıyorum. Diğer tarafta da aynı nottan var. Biraz da şaşırıyorum. Çünkü daha önce bu notun yerinde “LÜTFEN KAPIYI KAPALI TUTALIM” ve “KAPIYI KAPATIN” notları duruyordu. Onlar işe yaramamış olacak ki el yazısıyla ve büyük harflerle alelacele yazılmış bu yeni uyarıyı asmak elzem olmuş.

    “Notun evrimi ehehe” diye gülüyorum içimden. Gülüyorum çünkü insan içinden ağlamamalı, hasta olabilir.

    İçeri girdiğimde az sonra benim yapacağım gibi odada bir süredir bekleyen insanlara “Geçmiş olsun” dileklerimi iletiyorum. Ses gelmiyor. Bomboş bir mağaraya girsem en azından sesim yankı yapardı ve bir cevap almış olurdum. Yanyana dizilmiş koltuklarda oturan bu dört kişi bir mağara ekosu bile etmiyor. Çok yazık. Belki de öldüler ama haberleri yok. Onlara haber vermeli miyim? Kimse onlara söylemedi mi? Neyse, daha önemli işlerim var şimdi. Çişim gerçekten var mı, yok mu? Öncelikli meselem bu.

    Kaydımı yaptırıp numaramı aldıktan sonra çişimi ve insanların ölüp ölmediğini daha fazla düşünmemek için etrafımda göz gezdirmeye başlıyorum. Bugün şans benden yana. Pembe kalemle yazılmış başka notlar da var.

    Hemen karşımdaki nispeten uzun not gözüme ilişiyor. “ENJEKSİYON (iğne) SAATLERİ 09:00-16:00 arası yapılmaktadır. Doktor yokken yapılmamaktadır.” Yalnız bir saniye, cümlenin öğelerinde bir sorun var.

    İki seçenek sunuyor beynim bana. Ya diyor, ‘saatleri’ kelimesini sil. Ya da diyor 16:00’dan sonra alt satıra geç, ‘arası yapılmaktadır’ı sil; bir sonraki cümlenin başına ‘enjeksiyon’ ekle. Peki diyorum, tekrar parantez içinde iğne yazmalı mıyım? Hayır diyor, en başta yazdın zaten, o yeter.

    Hay hay. Böyle iyi oldu.

    O sırada kapıdan içeri elinde minik bir eczane poşeti taşıyan orta yaşlı bir amca giriyor. Kapıyı kapatacak mı acaba diye merakla izliyorum. Ama hayır, kapatmıyor.

    Biraz sonra yan odadan hemşirenin sesini duyuyorum. “Amcacım doktor hanım buradayken yapabiliyoruz sadece, az sonra gelecek bekle yapalım senin iğneni de.” Amca enjeksiyonunun şu an yapılması konusunda bir hayli ısrarcı. Sesinden anladığım kadarıyla bekleyecek bir beş dakikası daha yok.

    “Fakat yarısını küçük harfle yazmışlar” diye geçiriyorum içimden, “hepsini büyük harfle yazmış olsalardı, sonuç farklı olabilirdi.” Ama teorim amcanın kapıyı da kapatmadığını hatırlamamla birlikte çöküyor. Kapıdaki her şey büyük harfle yazılmıştı.

    Bunun birkaç açıklaması olabilir. Amca ya okuma yazma bilmiyor, ya biliyor ama okumuyor, ya okuyor ama anlamıyor ya da anlıyor ama diğer insanların ne düşündüğü umrunda değil. Bir çeşit Matrix denklemiyle karşı karşıyayız yani. İşimiz zor.

    O sırada içeride hatrı sayılır bir insan sirkülasyonu yaşanmış olduğunu fark ediyorum. İlk geldiğimde burada olan ve dilsiz olduklarını ya da dilimizi konuşamadıklarını düşünerek içimi rahatlatmaya çalıştığım insanların bir kısmı artık burada değil; koltuklarını yeni insanlara bırakmışlar.

    Solumda duran çöp kutusuna bakıyorum. Üzerinde birden fazla uyarı var. Bir tane zaten varmış, daha sonra ikincisini yazmışlar.

    Fakat pardon, çöp değil, sadece atık ilaç.

    Yalnız bir sorum olacak. Kutunun üzerindeki kocaman harflerle yazılmış olan “SADECE ATIK İLAÇ” yazısı insanların bu kutuya çöp atmalarını engelleyemediyse, yazdıkları cılız pembe “çöp değil” uyarısının bunu engelleyeceğine onları inandıran nedir?

    Umuttur, evet.

    Biraz da “Daha başka nasıl anlatabilirim, bilmiyorum”dur.

    O sırada minik televizyon ekranından gelen blink sesine bakıyorum; ekranda benim adım görünüyor. Doktor hanımın odasına yürürken hala emin değilim. Çişim gerçekten var mı, yok mu? Ama bu soruna bir nokta koymaya hiç olmadığımız kadar yakınız.

    Odaya girdiğimde biraz rahatlıyorum. Hemşire hanım ve doktor hanım gülümsüyor. Çok şükür gülümseyen ve dilimizi konuşan birileri. Derdimi anlatıp reçetemi aldıktan sonra allah rızası için kapatılması dilenen kapıya doğru yöneliyorum tekrar. Kapı yine açık. Aramızda okuma yazma bilmeyen ne çok insan var diye geçiriyorum içimden.

    Kapıdan çıkarken bu defa bir önceki ekipten tamamen farklı olan yeni bekleme salonu ekibine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

    Sonuç değişmiyor.

    Neyse diyecek bir şey yok, allah hepinize rahmet eylesin.

  • gel, kaçma, bir şey söyleyeceğim

    gel, kaçma, bir şey söyleyeceğim

    “İnsan kendinden neden kaçar?”

    Budapeşte’den Bükreş’e uzanan 15 saatlik tren yolculuğumun ana teması bu soru etrafında şekillenen düşüncelerden oluşuyor. Kompartıman küçük, yol uzun. Bir yerlere sığamayıp boyundan büyük şeyler düşünmek için ideal bir zaman.

    Son iki haftadır bindiğim diğer trenlerle kıyaslandığında “iyi” denilmeyecek kadar eski ve bakımsız olan bu tren, kendi içinde değerlendirdiğimde birden her şeyin yerli yerinde olduğu son derece yeterli bir trene dönüşüyor. Treni bile yargılamadan duramazken kendimize neler yapıyoruz acaba?

    Treni dinliyorum gözlerim kapalı. Bu tren hiç de çuf çuf diye gitmiyor. Genel olarak arka planda bir “vuuuu” sesi var. Arada bir de duyulan “çıkırp çıkırp” efekti. Ben seslere kulak kabartınca tren geriliyor ve bir sırrını saklamak ister gibi fren yapıyor; duruyoruz.

    Braşov istasyonunda yüzlerce insan bekliyor ve trenin durmasıyla birlikte önlere doğru ilerliyorlar. Aslında ilk vagon bizimkiydi ama gece saatlerce beklediğimiz yerlerden birinde öne birkaç vagon daha eklemiş olmalılar. Yoksa az önce burada olup şimdi olmayan bu yüzlerce insan bir zaman tünelinden geçmiş olamaz. Öne eklenen vagonlara binmiş olmalılar.

    Bu güzergahta bir trene yüzlerce insan binecekse orası kuşkusuz Braşov istasyonu olurdu. Zira Google’a Bükreş’te yapılacak şeyler yazdığında bile ilk sıralarda Braşov turu çıkıyor. Aslında çok ısrar ettim Braşov’a da gidelim; gör diye. Bana mısın demedi, bir an önce Türkiye’de olmak istiyormuş. Bran kalesini falan geçtim. Asıl ona yıllar önce Braşov’da evsizlerle birlikte sokakta uyuduğum yeri gösterecektim. Kendi kaybı, neyse.

    Evet ne diyorduk? “İnsan kendinden neden kaçar?”

    Soruyu kendime ikinciye yöneltmiş olmama rağmen sonuca hızlıca ulaştıracak tek ve doğru bir cevap bulamadım.

    Daha dürüst olmam gerekirse; cevap da bulamadım. Gördüğünüz gibi zihnim daldan dala dolaşırken cevap bulmam imkansız. Bulduklarıma cevap demek için muhtemelen bin şahit yetmez. Olsa olsa havada gezen ve yerini bulamayan düşünce bulutları denebilir.

    Bu sorunun cevabını o kadar uzun süre aradım ve bulamadım ki, sonunda acaba yanlış bir soru soruyor olabilir miyim diye de düşünmek zorunda kaldım. İyi bir cevap almak istiyorsan, iyi bir soru sorman gerektiğini herkes bilir.

    Daha doğru bir soru sorma umuduyla zihnimi şöyle bir taradım. Varlığını unuttuğum arka bahçede yürüyüşe çıktım. Ne zamandır özen gösterilmediği için çürüyen bahçe mobilyalarında biraz soluklanmayı düşündüm ama ıslak ve nemlilerdi. Hiç sevmem, yanlarından yalancı bir gülümsemeyle uzaklaştım.

    Şu ileride bir deniz manzarası görünüyor. Oraya doğru yürüyeyim biraz. Seviyorum deniz manzarasını, o yüzden buraya da koymuş olmalıyım zamanında. Ama sonra sular kirlendi, istilacı türler denizlerimize indi derken denizle de aramıza bir tür mesafe girdi. Aylar oldu inmedim o kıyıya.

    Neyse ne diyorduk, daha iyi bir soru bulmak lazım. Bundan iyisi ne olabilir düşünüyorum. Şu nasıl: “İnsan kendinden kaçar mı?” Cevap, evet. “Peki, insan kendinden neden kaçar?” Hayda, başladığımız yere geri döndük. Demek ki daha iyi bir soru değildi.

    Daha iyi bir soru olmadığına da neye dayanarak karar verdik şimdi? Cevabın kolay bulunmasıysa mesela iyi bir sorunun kıstası, o halde bu kesinlikle bir öncekinden daha iyi bir soruydu. Ama başka bir işimiz var dur şimdi, konuyu dağıtıyorsun.

    “İnsan kendinden neden kaçar?” 15 saat bunu düşünmemiz lazım. 15 saat çok uzun. 6 saat uyusak -çünkü trende 8 saat uyumak bir hayal sayılır- kalır 9 saat. Hala uzun.

    Zihnim bu sefer de zamanın ne kadar izafi bir kavram olduğuna kayacakken aklıma “Bir insanın en uzun yolculuğu, kendine yaptığı yolculuktur” lafı geliyor. Kim demiş, bilmiyorum. Mevlana da olabilir Carl Jung da. Böyle güzel şeyler genelde bu ikiliden çıkıyor. Kim söylemişse doğru söylemiş, bu lafa hemen sarılmamız lazım. Bizi uçsuz bucaksız düşünce kara deliklerinden kurtaracak olan şey bu olabilir.

    En uzun yolculuk, kendine yaptığın yolculuk.

    Uzun olmasının en büyük sebebi de muhtemelen başlayana kadar geçen zaman.

    Şimdi soruyu biraz daha değiştirmek için iyi bir fırsat yakalıyorum. “Kendinden kaçmazsan ne olur?” Heh, işte bulduk daha iyi olan o soruyu.

    Kendinden kaçmazsan, kendini tanımak zorunda kalırsın ve kendini tanımak kusurlu taraflarını da görmeyi içerir.

    Güzel bir yere geldik şimdi. Burada biraz soluklanalım. Deniz manzarasının hemen önüne rahat bir hamak kurdum bizim için; hadi buyrun. Teşekkürler Mevlana, teşekkürler Jung.

    Kendini tanımanın, kusurlarınla yüzleşmenin bu kadar korkutucu olabileceğini kim tahmin ederdi? Bakmazsan orada değildir sandığın her kusuru görebilirsin, eyvah. Ya sandığın kadar samimi bir insan değilsen? Ya kendin de dahil birçok insanı kandırıyorsan? Ya iyi niyetle yaptığını sandığın şeyleri sadece korkudan yapıyorsan? Ya bencillikle suçladığın iş arkadaşından hiçbir farkın yoksa?

    Boş ver şimdi, kaçmak güzel şey, gel kaçalım.

    İstersen şu gazoz kapaklarını biriktir, ileride önemli bir şey yaparız, dünyadaki tek derdin ve amacın gazoz kapakları olsun. Ya da gel kafayı kitaplarla bozalım; oku okuyabildiğin kadar, aman zihnin boş kalmasın. Veya kafanı işten kaldırma, sabah akşam çalış, bu da bir seçenek. Kendinden kaçmanın binbir türlü yolu var. Seç beğen al. Özgür irade.

    Fransız filozof Blaise Pascal, “İnsanların başına gelen tüm dertler, tek başlarına bir odada oturamamalarından kaynaklanır” derken sanırım tam olarak böyle bir şeyden bahsediyordu. Bir odada tek başımıza oturup düşünmek mi? Korkunç. Ya gerçekten kim olduğumuzu fark edersek? Hemen bir şarkı aç dans edelim. Telefona bakınca fark edip yargılıyorlar, ama daha görünmez kaçış yolları da var, buluruz dert etme. Kendinle bağlantını kitap okuyarak da koparabilirsin; kimse seni kitap okuduğun için yargılayamaz.

    Nietzsche, “İnsan, en çok kendini kandırır” diye boşuna dememiş. İçimizde bir süper kahraman var zannederken en küçük zorlukta bile kaçmaya hazır bir çocukla karşılaşmak hoş olmazdı değil mi? Kendimizle yüzleştiğimizde, gerçeklerle baş başa kalırız ve işte tam da bu yüzden insan kendinden kaçar.

    Ah, canım.

    Bunları düşünerek ve arada bir tuvalete giderek geçen 9 saat. Bir de yiyecek vagonundaki görevli kadınla iletişim kurmak için geçen birkaç dakika. Bedenin metal bir kutuda düz bir çizgi üzerinde ilerlerken zihnin dağları tepeleri aşarak olmayan yolları birbiriyle bağlamaya çalışıyor. Muazzam bir uğraş.

    Benim tüm bu düşüncelerden çıkardığım sonuç is şöyle: Malın teki olabilirsin, ve bunu kabul etmediğin sürece malın teki olmaya devam edeceksin. Öyle değilmiş gibi davranmak da malın teki olduğun sonucunu değiştirmeyecek.

    Çok basit, çok net, süslenmeye gerek duymayacak kadar nokta atışı.

    Sonucu ancak sen, bu gerçeği kabul ederek değiştirebilirsin.

    Bir gün kaçmak isterken kendine yakalanırsan, buyur hamağa uzanıp biraz soluklan, yandaki çay bahçesinde bir çay kahve iç.

    Ben sonuca varırken tren de Bükreş’e varıyor. Çok şükür geldik. Yol az daha sürse herhalde deli çıkacaktım. Bir pizza kutusunda biriktirdiğimiz çöplerimizi de yanımıza alarak trenden ayrılıyoruz. Trenden inerken kompartıman görevlisinin göz ucuyla elimdeki çöpe baktığını fark ediyorum. Çöpü gördüğü için mutluyum. Evet adını telafuz edemediğim kompartıman görevlisi, sana iş çıkarmadık, kendi çöpümüzü kendimiz aldık, rica ederiz, ne demek.

    Bugün de iyi bir insan olduğumuzu kendimize ve sana kanıtladık. Bu bizi bir süre götürür teşekkürler.

  • bazen sadece göbeğin düz olsun istersin

    bazen sadece göbeğin düz olsun istersin

    Bazen sadece göbeğim düz olsun istiyorum. Sanki hayattaki tek derdim buymuş gibi aynanın karşısına geçip dakikalarca göbeğime bakıyorum. “Göbek,” diyorum “sen düz olsan her şey farklı olabilirdi.

    Sanki göbeğim düz olsa bütün diğer sorunlarım bitecekmiş gibime geliyor. Sevgilin mi terk etti? Ne önemi var, göbeğin düz sonuçta. Ülkede savaş mı var? S*ktir et senin göbeğin düz; göbeği düz olmayanlar düşünsün.

    Keşke göbeğimin dili olsa da konuşsa. “Saçmalama, ne alakası var?” denmesine öyle muhtacım ki…

    Bazı günlerimin büyük bir kısmını göbeği düz olan insanların bedenlerine bakarak geçiriyorum. Hepsi çok mutlu. Hayattan inanılmaz keyif alıyorlar. Hayatta hiçbir dertleri yok, çünkü göbekleri düz.

    Yani bana öyle geliyor en azından. Aksini iddia eden ispatlasın.

    Bazen göbeğimin düz olduğuyla ilgili hayallere daldığım da oluyor. Çimenlerin arasında uzanmışım. Tepemde mis gibi mavi gökyüzü. Pamuk gibi bulutlar rüzgarla uçuşuyor. Kafamı kaldırıp şöyle bir göbeğime bakıyorum, dümdüz. Ayağa kalkıyorum. Bir de öyle bakayım diyorum, sonuçta yattığım için düzleşmiş olabilir. Ama o da ne? Göbeğim ayaktayken de düz görünüyor. Çok mutlu oluyorum. Instagram’daki göbeği düz olan diğer insanlar beliriyor birden etrafımda. Gülümseyerek birbirimize bakıyoruz. “Burası sadece göbeği düz olanların girebildiği bir cennetmiş” diye geçiriyorum içimden. Mutlu oluyorum.

    Sonra gerçeklere hızlı bir dönüş ve su içsem yarayan göbeğime uzaktan bir bakış. Yakından bakmaya içim el vermiyor…

    Bazen ha gayret diyorum, bu göbeği düzleştirebilirsin. Biraz az ye, azıcık da spor. Sonra ver elini göbeği düz olanlar cenneti…

    Ama göbek bunu bilmiyor. Göbek yediklerinden çok memnun. Daha çok olsa da daha çok yesem diyor. Göbek coşkuyla yemek yeme peşinde. Hep yiyeyim, hep daha çok yiyeyim. Göbeğin tek derdi bu.

    Göbek düz olmak istemiyor. Düz olmak onun fıtratında yok.

    Arada bir crop toplar alıyorum binbir umutla. Evrene göbeğim eriyecek enerjisi gönderirsem göbeğim daha kolay düzleşir diye düşünüyorum. Crop top almak da bir titreşim yayıyor sonuçta. Evren göbeğimi eritmeye kararlı olduğumu anlayacak ve göbeğim düzleşmeye başlayacak. Ben de aldığım crop topları giyeceğim. Sonra ver elini göbeği düz olanlar derneği…

    Ama olmuyor.

    Spor yapıyorum. Göbek yine erimiyor.

    Göbek düz olmamak için direniyor.

    Göbek benden daha kararlı.

    Hoşçakal göbeği düzler cenneti… Ben henüz tok değilim, gelemem.

  • bazen sadece sakin olmak istersin

    bazen sadece sakin olmak istersin

    Çünkü artık gerile gerile nereye kadardır?

    Ailen darlar gerilirsin, panik atağın vardır gerilirsin, sen yolunda giderken takip mesafesini korumayan dingilin teki sana arkadan çarpıp bir ton iş çıkarır gerilirsin, sınavı kazanamazsın gerilirsin, senelerce okuyup iş bulamazsın gerilirsin, korku filmi izlersin gerilirsin, evi bok götürür ama canın da temizlik yapmak istemiyordur gerilirsin, simit aldığın fırın simit formülünü değiştirmiştir gerilirsin.

    Sürekli gerilirsin.

    Her şeye gerilirsin.

    Gerilecek o kadar çok şey vardır ki, gerilecek bu kadar çok şey nasıl olabilir diye düşünür yine gerilirsin.

    Oysa bazen sadece sakin olmak istersin.

    Çünkü sakin olunca gerilmezsin. Hayat sakin olanlar için daha huzurlu akar, bilirsin.

    Ama senin dışında gelişen olaylar ve etrafında dolanan insanlar senin sakin olmaman için ellerinden geleni yaparlar.

    Sakin kalamazsın.

    Gerilirsin.

    Sakin olmak istersin.

  • bazen sadece sanat yapmak istersin

    bazen sadece sanat yapmak istersin

    Hayatımın hiçbir döneminde sanatım yeterince değer görmedi. Sanatım ya da sanatlarım gerçekten güzeller miydi bilmiyorum ama ufak da olsa bir değeri hak etmeyecek kadar kötü olmadıklarına eminim.

    Sanat hayatıma yazı yazmayı henüz bilmediğim bir dönemde resim çizerek başladım. Önceden yazı yazmayı öğrenmiş olsaydım sanat hayatıma da kesinlikle yazı yazarak başlamayı tercih ederdim ama kısmet olmadı.

    Sanatımın değer görmeyişi ise sanat hayatımla paralel olarak başladı. Anaokulundayken yaptığım el işleri hep bir çekmecede durdu. Yaptığım patates baskılar buzdolabına bile asılmadı. Evin sağının solunun boyanması üzerine boyalarla ilişkim kısıtlandı. Sanatıma saygı gösterilmedi.

    İlkokul beşinci sınıfta okumaya başladığım Monteyn’in denemeleri sayesinde yazının yazılabilir bir şey olduğunu ve benim de bir şeyler yazabileceğimi keşfettim. Sonuçta adı üstünde denemeydi. Deneyebilirdim. Tüm bunlara rağmen Monteign’in isminin doğru yazılışını hiçbir zaman öğrenemedim. (Samimiyetsizlik olmasın diye Google’dan da bakmak istemiyorum.)

    Yazı yazmayı keşfetmemle birlikte ailem yüzünden yaşadığım sıkıntıların beni soktuğu ruh hallerini yarısı pembe yarısı mavi sayfalardan oluşan kokulu bir deftere yazmaya başladım. Oldukça karamsar şeyler yazdığım bu denemeleri okulumuza yeni gelen edebiyat öğretmenime okutmamla ilk karamsar ergen teşhisimi almış oldum. Sanatım yine saygı görmedi ve üstüne üstlük intihara meyilli olduğum varsayımıyla rehber öğretmenimle beş seans görüşmek zorunda kaldım. (Bu defteri lisedeyken beni “kitabını çıkaracağım” diye kandıran yalancı bir adama verdiğim için defter artık bende değil. Defter artık onun problemi.)

    Lise döneminde çizim yapmaya başladım ve yağlı boya ile tanıştım. Yağlı boya yapmak beni çok mutlu etmişti. Tiner kokusuna da bayıldığım için yağlı boya sevgim zaman içinde artarak zirveye ulaştı. Bu dönemde yaptığım soyut çalışmalar ailem tarafından anlaşılmadı ve annem bu resimleri eve asmak istemedi. Oysa ben soyut çalışıyordum çünkü kopya çekmeden somut bir şeyler çizmeyi pek beceremiyordum. Ailem tarafından anlaşılabilecek somut şeyler çizmek istediğim için resim kursuna gitmeye başladım. Böylece sınavlara hazırlanabilir; üniversitede resim bölümü okuyabilirdim. Birkaç dersten sonra bu kursun üniversite sınavı başarımı etkileyeceğini düşünen annem yüzüden kursu bırakmak zorunda kaldım. Aslında ben de tam olarak bu kurs üniversite sınav başarımı olumlu yönde etkilesin istediğim için kursa başlamıştım ama annemin planları başkaydı. Sanatım ve isteklerim saygı görmedi.

    Ben yine de soyut çalışmalarıma devam ettim. Bir keresinde erkek arkadaşıma doğum günü için bir resim yapmaya karar verdim. Birlikteyken yediğimiz şeylerin ambalajlarından, bana aldığı hediyelerin paketlerinden, beraber yaptığımız aktivitelerin biletlerinden bir kolaj yapmak için günlerce uğraştım. Doğum günü geldiğinde erkek arkadaşım “Ben bu çöpü eve götüremem” diyerek hediyemi kabul etmedi. Sanatım da ben de saygı görmedik. Ve ben bunun ne denli büyük bir travma olduğunu, bu olaydan yaklaşık 13 sene sonra, şu an bunu yazarken fark ediyorum.

    Yaptığım resimlerin anlaşılmamasına o kadar üzülmedim çünkü yazı yazmakta her zaman daha başarılıydım ve yazmak, kimsenin onayını almama gerek kalmadan, tek başıma gizli gizli yapabileceğim bir şeydi.

    Ben de yaptım.

    Lisedeyken ilk kitabımı yazmaya başladım. Sonra ikincisini. Sonra üçüncüsünü. Sonra dördüncüsünü. Aynı zamanda senelerce günlük tuttum ve blog yazdım. Büyük ihtimalle asla yayınlamayacağım bu kitapları yazdığım için çok mutluyum. Daha sonra sildiğim tüm blogları yazabildiğim için de fazlasıyla sevinçliyim. Tuttuğum günlüklerde kullandığım şifreli dillerin çoğunu unutmuş olsam da yazdığım günlüklerle de gurur duyuyorum.

    Çünkü bugün yazdığım her şeyi onlara borçluyum. Bir de monteyne. Adamın adı nasıl yazlıyor hala bilmiyorum. Yine de teşekkürler Montaigne.

    Sanatım artık saygı gördü.

  • bazen sadece simit yemek istersin

    bazen sadece simit yemek istersin

    Bugün en sevdiğim simit fırınının simitlerinin tadının değiştiğini fark etmemle başladı her şey. Dünyalar başıma yıkıldı. Sofradaki herkesi durdurdum. “Simit farklı, farkında mısınız?” diye sordum. Hiçbiri farkında değildi. Simitlerini yemeye devam ettiler. Benimse canım sıkılmıştı. Bu simit sevdiğim simit değildi ve ben sevmediğim bir simidi yemek için motivasyon bulamıyordum.

    Simidi biraz daha yemeye çalıştım ama yapamadım. Daha fazla dayanamadım ve simit fırınını aradım. “Simitleriniz farklı gramajı mı azaldı, bir şey mi değişti, ne oldu?” diye sordum. Telefonun ucundaki kadın şaşırdı. Önce bir şey diyemedi. “Nasıl farklı?” diye sordu sadece. “Farklı işte” dedim. “Gramajı az sanki, tadı da bir garip, içi boş gibi” diyerek sorunu özetlemeye çalıştım. Canım gittikçe daha çok sıkılıyordu. Çünkü simit farklıydı.

    Ha sanki daha şişman gibi mi?” diye sordu kadın bu sefer. “Evet” dedim “Daha şişman gibi. Üstelik içi de boş gibi, tadı da değişik, bu simit eski simit değil, neden böyle oldu?

    Kadın önce durdu, düşündü. Kısa bir sessizlikten sonra çıkardı ağzındaki baklayı. Ustaları değişmiş.

    Ne kadar kolay bunu söylemek.

    Ustaları değişmişmiş.

    Usta değişti de simit neden değişti?

    Usta değişseydi ama simit aynı kalsaydı? Bu ne kadar zor olabilir? Eski usta tarifi bir kağıda yazıp yeni ustaya verirdi, yeni usta da eski ustanın yaptığı simidin aynısını yapardı.

    Canım daha çok sıkıldı.

    Hemen fırının numarasını arkadaşlarıma verdim ve “Yeni usta eski simitlerden yapsın diyeceksiniz çabuk arayın” diye tembihledim. Biraz şaşırdılar ama ikna oldular. Delirmiş olma ihtimalimin kısa bir süreliğine de olsa akıllarından geçtiğini gözlerimle gördüm. Sorun değil, simit geri gelsin yeter.

    Bu işi hallettikten sonra sosyal medyadan fırına mesaj attım. Sosyal medyada çok takipçisi olan arkadaşlarımı da organize ettim, onlar da fırına mesaj attılar. Birkaç arkadaşımla da konuştum, onlara da fırına gidip “Simitlerin tadı değişmiş biz eski simitlerden istiyoruz. Yeni usta eski simitlerden yapsın lütfen” dedirttim.

    Hayatımın en organize ve en sistematik birliğini simit için vereceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama her insanın hassas olduğu, uğruna dünyaları yerinden oynatabileceği bir konu vardır.

    Simit de benim kırmızı çizgim.

    Bana bir simit verin dünyayı yerinden oynatayım.

    Ama eski simiti verin.

    Yeni usta eski simitten yapsın.

    Bu şarkı benden canım eski simite gelsin…

  • bazen sadece spor yapmak istersin

    bazen sadece spor yapmak istersin

    Bir sabah uyandığında her zaman giydiğin pantolonun artık sana olmadığını fark edersin. Her şeyden habersiz “Bu pantolonu yıkamıştım, belki de çekmiştir, en iyisi şu pantolonu giyeyim.” dersin, ama o da ne? O pantolon da artık sana olmuyordur. Can havliyle dolabındaki bütün pantolonları denersin ama hiçbiri olmaz. Hatta bazıları bacaklarından bile geçmez.

    Böyle bir şey nasıl olabilir? Yattım kalktım ve kilo mu aldım?” diye geçirirsin aklından, ama hayır. Elbette yatıp kalkıp kilo almamışsındır. Sadece yatmak insana kilo aldırmaz. Yatmadan önce yediği patates kızartmaları aldırır.

    devamı