“Gel,” dedim adını daha önce hiç duymadığım yerel bir mobilya mağazasının kapısını göstererek. “Şuraya girelim, sebebi yok, öylesine bakarız işte.”
Evet, o dükkana girmemizin bir sebebi yoktu ama mobilyacılar çarşısında olmamızın bir nedeni vardı: Komodin ve şifonyer bakmak. Bakmak diyorum çünkü henüz alıp almayacağımıza karar vermemiştik. Buraya gelmemizin sebebi ise kartondan mobilya üretiminde çığır açan Ikea’dan almayı düşündüğümüz komodin ve şifonyerlere yerli ve milli karton harici bir alternatif olup olmadığına bakmak istememdi.
“Fiyatlar çok uçuktur, sana söylüyorum.” demişti.
“Olabilir,” demiştim. “Yine de bakmak istiyorum.”
Bunu söylerken aklımın bir köşesinde “Ne kadar uçuk olabilir ki?” diye yeşeren bir düşünce vardı. “Çünkü Ikea’dakiler de çok ucuz değil. Onun iki katı kadar olacak hali yok. Arada olsa olsa üç beş lira fark vardır. Kaliteli ve güzel bir şey bulursak buradan alırız belki.” diye devam ediyordu bu düşünce.
Her ikimiz de bugüne kadar bir mağazaya girip mobilya bakmamıştık. Ama o, gerçek hayat varsayımları konusunda benden daha tecrübeliydi. Aramızda mobilyaların üç aşağı beş yukarı ne kadar fiyata satıldığını tahmin edebilecek biri varsa, o kesinlikle ben değildim; o’ydu.
Bu eve yerleştiğimizde evde hali hazırda var olan, yıllar öncesinden kalma mevcut komodinlerimize üç çorap fazla koyabilmek için verdiğimiz mücadelede komodinler galip gelmişti; yapamamıştık. Yine de bir süre inat etmiştim. Fakat artık donlarımızın çekmecelerden fışkırdığı, çoraplarımızın çekmecelere sığmadığı noktada vazgeçmiştim bu inattan. “Tamam,” demiştim “yeni bir komodin almanın zamanı geldi. Bu işkenceye değmez.” Şifonyer için de aynı şey geçerliydi. Aynı yeri kaplayıp daha fazla eşyamıza kucak açacak bir şifonyer mümkündü. İkimiz de iki komodin ve bir şifonyerin hayatımızı nasıl daha kaliteli hale getirebileceğini düşünerek hayallere dalıyorduk sık sık. Baş ucumuzdaki komodinlere yerleştireceğimiz çorapların ve donların hayalini kurarak kaç uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Neredeyse her gün 6 çekmeceli bir şifonyerimiz olsa hayatımızda nelerin değişeceğini konuşur olmuştuk. “Ben,” diyordum “şu çekmeceye spor kıyafetlerimi koyacağım.” “Ben de,” diyordu “buraya pijamalarımı koyarım.”
Bu vesileyle ilk iş olarak Ikea’ya bakmaya karar verdik. Ikea kaliteli sayılmazdı ama satın alma ve montaj konusunda oldukça pratik bir seçenekti. Ayrıca, taşınmamız ya da mobilyaları satmamız gerekirse kolayca satabilirdik. Her şey planlandığı gibi ilerliyordu. Ta ki, ben Ikea’da gördüğüm fiyatların karton ürünler için son derece pahalı olduğunu düşünene kadar. İşte o noktada, ortalama bir beyaz yakalının yakasını bir türlü bırakmayan “Daha uygun fiyatlı, kaliteli bir alternatif olabilir mi acaba?” girdabına da girmiş oldum.
Buraya da bu yüzden gelmiştik. Daha uygun fiyatlı, kaliteli bir alternatif avındaydık. Yalnız bir sorun vardı. Tüm vitrinlerde aynı koltukları ve bohem dekorasyonları görmek bizi fazlasıyla yormuştu. Hangi mağazadan ne beklememiz gerektiği konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Daha doğrusu, her mağaza vitrininde aynı konseptler yer aldığı için, aradığımız şeyleri nerede bulabileceğimizi anlayamıyorduk.
O esnada işimizi kolaylaştıracak tek şeyin mobilyacılar çarşısının girişine dev bir ekran koymaları olduğuna kanaat getirdim. Yalnız sadece ekranla olmazdı, bize bir de yazılım gerekti. Aradığımız ürünleri filtreleyebileceğimiz bir arayüz sayesinde hangi mağazaya gitmemiz gerektiğini böylece bulabilirdik. Örneğin ekrandan “Şifonyer” seçimi yapabilir, şifonyer satan mağazaların ürünlerini görebilir, tasarımı en çok hoşumuza giden dükkanın üstüne tıklayabilirdik. Bu aşamada dev ekran bize mağazanın konumunu gösterirdi ve biz de aradığımızı bulabileceğimize emin olduğumuz bu mağazaya girebilirdik. Diğer türlüsü çok zordu. Vitrinde gördüklerimiz içeride ne bulacağımıza dair hiçbir fikir vermediği gibi vitrinler ayrıştırıcı bir unsur da barındırmıyordu.
İşte tam olarak bu sebepten adını bile bilmediğim bu mağazaya girmeyi teklif ettim. Çünkü buna girmezsek hiçbirine girmeyecektik. Sağanak yağmurda asfalta dökülen yağmur suları gibi her mağazanın önünden hızla akıp geçiyorduk.
Teklifimi kırmadı ve mağazanın cam kapısından içeri girdik. Girişte, kapının her iki yanında farklı salon düzenleri bulunuyordu. Sol taraftaki son derece çirkin salon tasarımının berjerini gözüme kestirdim ve ani bir kararla berjere oturdum. “Rahatmış,” dedim. O da oturdu. “Evet, rahat.” diyerek beni onayladı.
İkinci salonlara geçtiğimizde içimde bastıramadığım bir berjere oturma aşkı yükselmeye başlamıştı. Önce sağdaki, sonra soldaki berjere oturdum. Mağazaya gireli henüz bir dakika bile olmamıştı ama ben şimdiden üç berjere oturmuştum bile. Üçüncü salonlara geçtik ve bir sallanan peluş berjer, bir dönen peluş berjer olmak üzere iki berjere daha oturdum. O ise benim berjerlere oturmamı hayretle karşılıyor ama hiç bozuntuya vermiyordu. Sanki zaten kapının önünde içeri girip berjerlere oturmayı konuşmuşuz, buraya bu amaçla gelmişiz ve şu an her şey plana sadık ilerliyormuş gibi bir hali vardı.
Yolumun üzerindeki bütün berjerlere oturduktan sonra, mağazanın son salonuna geldiğimizde O’nu gördüm. “Gel,” diyordu. “Otur üzerime. Bak ne kadar rahatım. Az önce oturduğun bütün berjerleri unut. Hayatında hiç böyle rahat berjere oturmamışsındır.” Gözlerinden kalpler çıkaran hipnotize olmuş bir çizgi film kahramanı gibi berjere yöneldim. Beynimin içinde “Hayır, sakın, buraya bunun için gelmedik.” diyen biri bile yoktu. Bedenim ve ruhum berjere teslim olmuştu. Tenim nar çiçeği rengindeki o yumuşak kumaşına temas ettiğinde “Bunu,” dedim “İstiyorum.”
O da berjerin karşısında duran köşe koltuk takımına oturmuştu. “Bu da çok rahatmış,” dedi. Köşe takımını şöyle bir inceledim. “Evet,” dedim “Bu da çok güzele benziyor.” İkimiz de büyülenmiş gibiydik. Fiyat sormanın zamanı gelmişti ama şu an bu büyüyü bozmak istemiyordum.
Berjerle bütünleşen bedenimi güç bela ayırıp koltuğa oturdum. O sırada satıcı da bize koltuk takımının ayak koyma yerinin istediğimiz yere adapte edilebileceğini anlatıyordu. Çok umrumda değildi ama yine de usulen sordum. “Yatak olabiliyor mu?” Onayladı ve sırt dayama kısımlarını açarak yatak genişliğini gösterdi. İçimden bir ses “Hadi,” diyordu “Fiyatını sor artık.”
“Evde,” dedim “Kedi var.” İçimdeki sesi dinlememe konusunda kararlıydım. “Kedi için dayanıklı bir kumaşla kaplayabilir miyiz?” Satıcı her şeye hazırlıklıydı. “Hallederiz,” diyerek pet dostu kumaş kartelasını gösterdi. Pet dostu kumaş. İlk defa duyuyordum. Şimdi berjerin güzelliğine, koltuğun rahatlığına bir de karteladaki kumaşların yumuşaklığı eklenmişti. Renk seçimi yapma bahanesiyle parmaklarımı kartelanın üzerinde bir süre gezdirdim. Sanki bu koltuğu ve berjeri alsak tüm hayatımız düzene girecek gibiydi. Şifonyeri ve komodinleri çoktan unutmuştuk.
Ve o an geldi. “Peki,” dedim büyük insan tavrı takınarak “Fiyatı nedir?”
“Koltuk 59, berjer 15 ama nakitte de kartta da yardımcı olurum, bir şeyler yaparız.” diye cevap verdi satıcı.
İçimdeki muhasebeci “Koltuk 59, berjer 15, toplam 74, yardımcı olsa ne kadar yardımcı olacak acaba? Yüzde 20 desek…” diye hesap makinesini çıkaracakken zihnimin hesaplama merkezinin kapısı sertçe açıldı. Bir devrim muhafızı hararetle odaya daldı ve konuşmaya başladı: “Olmaz,” dedi. “Alamayız, memleket çok kötü halde, her şey boykot.” Haklıydı ama berjerin tutuşturduğu aşk ateşi öyle kolayca söneceğe benzemiyordu. Hemen olağanüstü hal ilan edildi.
Eyvah, ne yapacağız şimdi? Adama sorsam mı acaba siz kimlerdensiniz diye. Boykot bi yerdenseniz sizden alamam beyfendi, nasıl yapsak? Koltuğu şimdi verseniz ama ben parayı boykot bitince versem? Yok o olmaz. Şey yapalım, ben bunu çalayım gece, siz görmeyin, sonra aramızda hallederiz. Hem hırsızlık falan anarşik de bi durum. Ay ama ben çalmayı falan hiç bilemem, hep gülerim. Zaten bunları koyacak kadar büyük kutum da yok. Benim ayaklarım 38 numara. Fakat bu koltuğu da çok beğendim ve ihtiyacımız da var. Salondaki koltuğumuzu beş yıl önce ikinci el almıştık zaten. Yeni bir şey almıyoruz yıllardır. Bence olur gibi. Yani sonuçta ben yıllardır diyetimi ödemişim sıfır bir ürün almayarak, öyle değil mi? Bu koltuğun 70’te biri fiyatına almıştık şu an evde kullandığımız koltuğu bu arada.Bir dakika nasıl yani? 70’te biri fiyatına mı? Beş yılda bu kadar fiyat farkı normal mi ya? Yalnız 70 de çok. Yardımcı olacağım dedi ama ne kadar olacak ki? Zaten önce bizim evdeki koltuğu satmamız lazım. Ama onu da ne kadara satacağız ki? Olsa olsa beş bine satsak mesela. Dur bir siteye baka… oha! bu koltuk nasıl 30 bin lira olabilir ya şaka mı yapıyorsunuz? İkinci elleri ne kadara satılıyor ona da bir bakalım. Heh, şu sitede hepsi ikinci el. Yuh ama siz gerçekten azıtmışsınız. İkinci ellerini de koymuşlar 25 bine. Yav kardeşim sizin yüzünüzden ikinci el kültürü yerleşmiyor ülkede. Bi insan sıfırına 30 bin verebilecekken neden 25 bine ikinci elini alsın? Biraz insaf ya. Neyse ben bizimkini 15’e koyarım. O satılırsa yeni koltuğun bi kısmını hallederiz. Bir kısmına da indirim yapsa 50 bine falan alınır belki bu ikisi. Benim iki maaşıma dokunmasak borçsuz alırız. Tamam ya olacak gibi. Kırlentileri de o hediye eder. Eder mi? Ay ama boykot ya, onu unuttuk yine. Kim ki acaba bu dükkanın sahibi? Ulan kırk yılda bir heves ettim yeni mobilya almaya onu da boğazımıza dizdiniz ya allah sizi bildiği gibi yapsın diyorum başka da bir şey demiyorum.
“Tamam,” dedim boğazım düğümlenerek. “Biz düşünelim.” Sanki hiç düşünmemişim gibi… İşte hayat böyledir; bazen sadece mobilya almak istersin ama onun yerine hayatı sorgularsın. Nar çiçeği berjere son bir kez bakıp veda ederken gözümden bir damla yaş damladı. “Boykot var güzelim, seni şimdi alamam…” dedim içimden.
Mağazadan çıktık.
Bayramlık alışverişinde parası denkleşmeyen bir çocuğun üzgün ama yine de gururlu bakışlarıyla “Sence,” dedim “Biz o koltukla berjeri alsaydık, kırlentleri hediye ederler miydi?”
“Ederlerdi tabii,” dedi. “Ederlerdi.”
Gülümsedim.
Ederlermiş.

Bir Cevap Yazın