habibi come to turkey

Konu: Hollanda’dan Türkiye’ye trenle ulaşmak.

Amsterdam’dan yola çıkmışız. Önce Amsterdam-Berlin arası 5 saatlik bir tren yolculuğuyla medeniyeti; ardından Berlin-Prag arası 4 saatlik bir tren yolculuğuyla semi-medeniyeti tatmışız.

Prag sonrası bilet fiyatlarında yaşanan ciddi maliyet düşüşü bize yolun devamı için medeniyet azalmasının sinyallerini de veriyor. Sorun değil, we are from Turkey, alışığız.

Prag’dan Budapeşte’ye 6 saat süren ortalama bir tren yolculuğu yaptıktan sonra Budapeşte-Bükreş arasını sovyetler zamanından kalma bir trenle 15 saatte kat ediyoruz. Çok şükür ki trenleri severim, Doğu Avrupa’yı keşfetmeyi de seviyorum. Haliyle bu yolculuk bana koymuyor. 

Zaten ben 1,60’dan hallice boyumla küçük tren yatağına kıvrılarak da olsa sığıyorum. Fakat yol arkadaşım 1,93 boyunda dalyan gibi bir insan. O karadan seyahatten benim kadar zevk almıyor, yine de katlanıyor.

Çünkü nereden bakarsa baksın benimle seyahat etmek eğlenceli bir şey. O da bu eğlenceden mahrum kalmak istemiyor. Yoksa Amsterdam’dan bir uçağa atlayıp üç saatte İstanbul’a uçabilirdi. Ama yapmadı. Neden? Benimle seyahat etmenin tadı başkadır da ondan.

Bükreş’e zor şartlarda varmış olsak da Avrupa’nın düşük kalite düşük maliyet dengesi hala Türkiye’nin düşük kalite yüksek maliyet dengesizliğinden daha iyi. Çok mutsuz değiliz o yüzden.

Şimdi sırada Bükreş’ten İstanbul’a yapılacak son bir tren yolculuğu var. 

15 saat yolculuğun ardından Budapeşte-Bükreş treninden iniyoruz. Hala biraz sallanıyoruz ama sorun değil, adapte oluruz. Atalarımız denizden çıkıp karaya adapte olmuş, biz trenden inip yürümeye mi adapte olamayacağız?

İlk işimiz Bükreş-İstanbul trenine bilet almak üzere gişeye gitmek oluyor. Çünkü online alamadık, gişeden almamız lazımmış, sitede öyle yazıyordu.

Gişede, 60-65 yaşlarında gülmemeye ant içmiş abla bize soruyor. “Vad du yu vant?”

“Bukurest İstanbul treyn bilyet” diyorum sadece. Çünkü bugüne kadar yaptığım Doğu Avrupa seyahatlerim bana C1 seviyesinde İngilizce’nin hiçbir şeyi iyileştirmediğini öğretti. Mümkünse neydır nor’dan sakınarak olabildiğince simple present tense takılmak en güzeli. 

I go, you go. Daha fazlasına ihtiyaç yok.

Yalnız bir sorun var. Abla diyor ki “no bilyet”. Allah allah, no bilyet ne demek? Abla ikinci sorumda sıkılıyor benimle uğraşmaktan. İçinden “s*ktir git” diyor ama ağzından “onli cun” çıkıyor. Eyvahlar olsun. Demek Bükreş’ten İstanbul’a giden tren sadece yazın çalışıyor; seferler Haziran ayında başlıyor. Ne yapacağız şimdi? 

Bir uçak bileti alıp sorunu hızlıca halledebiliriz ama hayır, bu yolculuk karadan olacak. Kendime bu sefer söz verdim onu strese sokmayacağıma dair. Tamam, uçağa binebiliyorum ama her bindiğimde de stres oluyorum. “Bu sefer ne olursa olsun karadan gideceğim” diyip kendi alnıma bir öpücük kondurmuştum birkaç hafta önce. 

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor: Otobüs. 

Otobüs bileti almak için arama motorlarında sörf yapıyorum ama hiç beklemediğim bir şey oluyor: Yorumlar berbat. Otobüs firmalarıyla ilgili anlatılanlar akıl alır gibi değil, korkunç.

Otobüs firması valiz ticareti yaptığı için sınırda saatlerce bekleyenler mi dersin, yolculara içki aldırıp Türkiye’de satanlar mı dersin, uyuklayan şoförler mi dersin, ne ararsan var yorumlarda. Ortalık mahşer yeri. Ben uçaktan korktuğumu biliyordum ama otobüsten korktuğumu da yorumları okuyunca anlıyorum.

Ama bu yolculuk yapılacak, lamı cimi yok.

Kendimi şöyle motive ediyorum: Ben 30 saat İstanbul-Tebriz yolculuğu yapmış insanım. Viraja 120’yle giren şoförler gördü bu gözler, şunun şurasında 9 saat yolculuk yapacağız. Ne olabilir? Ne diyorduk uçağa binerken? Kaderde varsa … neye yarar üzülmek? O zaman aynı kural otobüs için de geçerli olabilir, haksız mıyım?

Tabii ki yine haklıyım.

Arama motorlarının altını üstüne getirdikten sonra sonunda bir firma buluyoruz. Bu firma da sütten çıkmış ak kaşık değil ama iyi yorumların kötü yorumlardan fazla olması bize umut veriyor. Tünelin sonunda ışık var mı bilmiyorum ama bi güç var gibi.

Firmaya gidip sorularımızı sormaya karar veriyoruz. Yorumlarda demişler ki mesela, tek şoför vardı, yolda uyukladı. Bu gerçek mi? Kaç şoför gelecek bizimle? Bunu soracağız ve içimizi rahatlatacak bir şeyler söylemelerini umacağız.

Gerçekten de öyle oluyor. “Hayır canım, iki şoför ve bir muavin görev yapıyor. Tek şoför asla.” diyor kız. Türkçe bildiği için Türkçe konuşuyoruz. İçimiz rahatlıyor. Her şey okey.

Bir de kapının önünde bir adamla karşılaşıyoruz. Diyor ki “Valla en harika firma bu. Yıllardır gidip geliyorum bundan iyisi yok.” Tamam çok övme diyorum içimden, nazar değdireceksin azıcık sus be adam.

İkna oluyoruz. Biletlerimizi ertesi güne alıyoruz.

Akşam saat 18:00, otogara geliş. 19:00’da otobüsümüz kalkacak. Bekleme salonunda devamlı çay kahve ikram eden biri var. Zannediyorum bu adam muavin ve mesleki deformasyon nedeniyle kendini durduramıyor. İstiyor ki herkes çay kahve içsin, ruhu ancak o zaman rahata erecek.

Kim bilir kaçıncı çayımızı içerken otobüs yanaşıyor. Şöyle bi bakıyorum şoföre, çünkü ilk intiba çok önemli. Güvenilir görünüyor. Testi geçti. Bu testi uçağa binerken pilotlara da hep yaparım. Sonuçları etkileyen faktörleri henüz bilmiyoruz; herkes testi geçiyor genelde.

Neyse çantalarımızı alıp otobüse biniyoruz. İçerisi konforlu görünüyor, pavyon görüntüsü olmadığı gibi ayak kokusu da yok. İyi bir başlangıç.

Otobüs planlanan saatte hareket ediyor. Şehir içinde yavaş yavaş ilerliyoruz. Arada bir sağdan soldan korna sesleri duyuyorum. “Bize mi çalınıyor bu kornolar, acaba şoför kötü mü kullanıyor?” düşünceleri başlıyor hafif hafif omzumu dürtmeye. En arkadayım, önü göremiyorum. Belki denyo denyo hareketler yapıyor bizim şoför, arkada otururken bilemezsin ki böyle şeyleri.

O esnada omzumu dürten aksiyeteye dikkat kesiliyorum. Dolmuşlarda “Pardon bi öğrenci uzatır mısınız?”la başlayan sohbetin memleket sormaya kadar varması gibi bu sohbet de ilerleyecek, anlıyorum.

Otobana çıktığımızda hem otobüsün hem de benim düşüncelerin hızı artıyor: “Çok mu hızlı gidiyoruz, ne? Bi de sanki makas atıyoruz gibi ya? H*ssiktir tıra çok yakın geçtik.”

Saatimi kontrol ediyorum; henüz bir saat olmamış. Sınır kapısına varmak 6 buçuk saat sürüyor. 5 buçuk saat daha buna katlanmam gerekecek. 

Düşüncelerimi bölen muavinin sesi oluyor. Servis başlamış. Bana uzattığı sepette tutku ve popkek var. Allahım şu an çok mutluyum; üniversite yıllarıma geri dönüyorum. O yıllarda yaptığım otobüs yolculuklarında heyecanla beklediğim popkek ve neskafe servislerini hatırlıyorum.

İçlerinde bir sürü şeker, koruyucu ve asla vücudumun ihtiyacı olmayan bilimum içerik var ama yiyeceğim ben bunları. Bir tane tutku alıyorum. Ama bi gözüm de popkekte kalıyor. Muavin durumu fark ediyor. Senelerin tecrübesi tabii, adam anlıyor. “Bir tane de kek alın.” diyerek açtığım servis sehpasına popkeki de koyuyor.

Şayet şoför ciddi bir denyoluk yapmazsa bu otobüs firması benden 5 yıldız alacak. Yoruma yazmak için beynimin bir köşesine not ediyorum: “Muavin bey çok ilgiliydi.” 

Çayla bir güzel silip süpürüyorum şeker bombalarını. Her ikisi de küçük boy, o yüzden cephanem hızlı tükeniyor.

Tam o esnada ışıklar kapanıyor. Bilen bilir, karanlık korkuyu daha fazla tetikler. Bu bilgiyi işleme alalım ve daha çok korkalım, hadi gel. Hafızamın dolaplarını karıştırmaya başlıyorum can havliyle. Üzerinde “İran’a 30 saat otobüsle yolculuk” yazan bir CD’yi alıp takıyorum VCD oynatıcıya. Yaşım yetse kaset de derdim. Ama milenyum çocuğuyum yapacak bir şey yok.

İran yolculuğu filmi beynimde oynamaya başlıyor. Dış ses açıklama yapıyor o sırada “Bak daha kötü bi otobüstü hatırladın mı? Hiçbir şey yoktu otobüste. Şoförler yola çıkarken viski içmişti torpido gibi bi yerden çıkarıp. O külüstür arabayla virajlara 120’yle girmişlerdi hep. Buna rağmen hiçbir sorun olmamıştı.”

“Ay acaba çok mu hızlı gidiyoruz” diye bir düşünce bölüyor filmi. 

“Yav bunlar deneyimli sürücüler, her gün gidip geldikleri yol” diyor bir başkası. 

Gözlüklü olan lafa giriyor: “Arkadaşlar bu replik size bir yerden tanıdık geliyor mu?”

Geliyor gözlüklü şirin, gelmez olur mu? Uçağa binerken veya uçak korkum hakkında konuşurken sıklıkla duyduğumuz bir replik bu. “Bunlar deneyimli pilotlar, hep bissürü eğitim meğitim bişiyler alıyolar.”

Kafamda tanımadığım birileri hararetli hararetli tartışırken şoför kavşağa bir hayli yavaş giriyor bu arada, aferin. Ya belki diğer dönüşleri de yavaş yapıyor ama arkada olduğun için merkezkaç daha bir şey oluyor? Belki yaşananların böyle bilimsel açıklamaları var ama ben yeterince bilim bilmediğim için tam anlayamıyorum? Belki bu tarz bi cehalet mutluluk değil? Bunlar hep olabilir.

Karşımdaki koltuğa bakıyorum. Evet, karşımda bir koltuk var. Çünkü koltuklar boş olduğu için ben 2+1 otobüsün 2 koltuklu kısmında sırtımı cama dayayıp ayaklarımı uzatarak oturuyorum. O da karşımdaki tekli koltuğa yayılmış oturuyor. 

“Hızlı gidiyor muyuz sence?” diye soruyorum. Sesimde korkudan çok merak varmış gibi yapıyorum ama yemezler. Gülüyor.

“Normal gidiyoruz.” diyor. “110 falan belki.”

“Nerden anladın ki?” diyorum. Çünkü bana uyduruyor gibi geliyor. Nereden bilebilirsin ki böyle bir şeyi? “Soralım mı şoföre?” diyorum daha çok gülüyor.

Komik bir şey söylemedim uzun adam, seni bu kadar güldüren nedir? Söyle beraber gülelim.

“Sanki tırlara çok mu yakın geçiyoruz yoksa bana mı öyle geliyor?” 

“Hayır,” diyor. “Gayet normal geçiyoruz, sana öyle geliyor.” 

Ben bu görüşe katılmıyorum ama artık susuyorum çünkü sen her şeye gülüyorsun. Deli gibi bir şey oldun başıma. Seviyene inemem şimdi. İnsan etrafındaki en yakın 5 insanın ortalamasıdır derler. Bakıyorum en yakınımdaki 5 insana, ikisi Arap, biri uyuyor, biri sensin, biri yok bile.

O sırada otobüs yavaşlıyor. Tuna Nehri üzerinde bir köprüdeyiz. Gece olduğu için etraf görünmüyor, sadece köprüde olduğumuzu anlıyorum ışıklardan. Yolda çok fazla tır var ama şoförümüzün iyi gittiğine ikna olduğum için artık bunu dert etmiyorum.

Daha sonra zaman zaman uyuyarak, arada bir indirdiğim Müge anlı bölümlerini izleyerek, bazen de kitap okuyarak gece 2-3 sularında sınır kapısına geliyoruz. 

“Valizlerimizi alıp otobüsten iniyoruz, pasaport kontrolünden geçtikten sonra tekrar otobüse geçip Türk tarafına gideceğiz” diye açıklama yapıyor muavin. 

Eşyalarımızı alıp iniyoruz otobüsten. İçinde elma, muz gibi yiyeceklerin olduğu çantam hala otobüste. Onu almadım, inşallah bir şey kaçırdığımı falan zannedip beni sorguya çekmezler diye düşünüyorum kendi kendime. Çünkü çok uyku sersemiyim abuk sabuk konuşabilirim, garantisi yok.

Etraf son derece sakin. Bizden başka sınırdan geçen kimse yok. Otobüsteki 15-20 kişi doluşuyoruz pasaport kontrolü sırasına. Pasaport memuruna kimse merhaba demiyor. Ben diyeceğim. Günaydın veya iyi geceler desem daha mı iyi olur? Emin olamıyorum. Sırada beklediğimiz sürece hep bunu düşünüyorum.

Bizim sıramız yaklaşınca bir bilgilendirme de yapmayı ihmal etmiyorum. “Kimse adama merhaba demedi. Ben dicem, istersen sen de söyle.” Teşekkürler kendim. Bu bilgilendirmeyi yapmasan neler olurdu bir düşünsene? İyi ki yaptın. 

Önümdeki Arap olduklarını düşündüğüm (çünkü Arapça konuşuyorlar) kadın ve adamın pasaportunda bir sorun çıktığı için işlem uzadıkça uzuyor. Pasaport memuru en sonunda bu ikiliye “kenara geçin” diyor. 

Ardından sıra bana geliyor. Camekana yaklaşıp “Hello, good morning” diyorum. Çünkü sabahın üçünde günaydın denir diye karar vermişim. “Hello” diyip gülümsüyor memur. Mission completed çok şükür. Alnımızın akıyla çıktık bu işten de.

Hepimiz kontrolden geçip otobüse biniyoruz, sadece Araplar kalıyor. Bir süre bekledikten sonra onlar da aramıza katılıyor ve Türkiye kapısına ilerliyoruz. Başlarına ne geldi? Arapça bilmediğim için hiçbir şey anlamadım. Acaba öğrensem mi? Böyle durumlarda işime yarayabilir. 

“Ya saçmalama artık yaaa her dili öğrenemeyiz.” diyor biri.

“Yoo, öğreniriz, işine bak bilader.” diyor öbürü.

Susun şimdi pasaport kontrolünden geçip memlekete giriş yapacağız, şşş.

Türkiye tarafındaki pasaport kontrolünde verdiğim hiçbir selamın karşılığını alamıyorum. Üstelik aynı dili konuşmamıza rağmen… Ne bir gülümseme, ne bir merhaba, ne bir günaydın, ne bir iyi geceler. Tünaydına bile razıyım ama o bile yok. “Lan bir şey söyleyin olum dilinizi mi yuttunuz?” diyecek oluyorum, vazgeçiyorum.

Biraz memleketin haline üzülüyorum ister istemez. Bekleme salonunda gördüğüm kedi “Heh, Türkiye’ye geldik” dedirtince hafiften bir neşem geliyor. Kediyi sevmek istiyorum ama sabahın körü, hayvan uyuyor. Onu da mutsuz etmeyelim şimdi durduk yere, zaten herkes çok gergin.

Yolculuğun kalan kısmını uyuyarak ve yemek molasında çorba içerek geçiriyorum. Aslında pek acıkmadım ama dinlenme tesisinde çorba içmek adettendir. İçine beyaz ekmek doğranmış bi mercü yuvarlamadan bu yolculuk bitemez.

İstanbul Esenler Otogarı’na vardığımızda saatlerimiz 6 civarını gösteriyor. Metroya giderken değişen akbil yükleme makinelerini fark ediyorum. Ne kadar da yepisyeni olmuşlar, vay canına. 

Üç ayda Türkiye’de çok şey değişiyor. Mesela geçen üç aylık yokluğumda da 14₺ olarak bıraktığım limon döndüğümde 99₺ olmuştu. Üstelik ben bıraktığımda mevsimi değildi, döndüğümde mevsimiydi. 

Türkiye sürprizlerle dolu bir ülke ve bu konuda bayrağı kimseye bırakmıyor.

Hollanda’da altı ayda pek oynamayan market fiyatlarını düşünüyorum. İşte o an bizi neden kıskanıyor olduklarını da daha iyi anlıyorum. 

Tekdüze bir hayatı kim ister? Düşünsenize limon hep 14₺…

Sürprizler olmadan, hesabınızı bilip, yarınınız için endişelenmeden sakin sakin yaşarsınız. Ay hayal etmesi bile bi tuhaf.

Tövbeler olsun, gevur gevur işler.

Çok şükür memleketimize geldik de bunlardan kurtulduk.

Artık her türlü sürprizin bizi beklediği nadide coğrafyamızın, henüz maden sahaları ya da çılgın projelerle tahrip edilmemiş jennet köşelerinin tadını çıkarabiliriz.

Vakit bereketli topraklarımızdan fışkıran, Avrupa’ya satılamadığı için bize kalan leziz domateslerle menemen yapma vaktidir.

Şimdi, beş ay sonraya verilen randevuları beklememize gerek kalmadan, şehirlerimizin dışında kurulan kocaman şehir hastanelerimizde hop diye acilden giriş yapıp ücretsiz muayene olabiliriz.

Allahım sana bin şükür. Ya Hollanda’da yaşıyor olsaydık?

Irmağının akışına ölürüm Türküyem.

Ya habibi sen de come to turkey <3

Not: Bu yazıyı yayınladığımda limonun kilosu 160₺ idi. Teşekkürler.

Yorumlar

Bir Cevap Yazın